Dağlar daşlar, kurtlar kuşlar
Gavlini tutmayanı dürtüşler
TRT ekranlarından, meczup liderlerin /sözde imamların/şıhların/dervişlerin / ne bok olduğu anlamsız şeylerin, devşirme ve sapkın emellerini hayata geçirmek adına darbe bildirgelerinin okunmasının akla fikre gelmediği dönemlerdi, çok da eski değil ha, daha dünkü gibi zamanlardı TRT’de gösterilen “7 Numara” adlı dizi.
Kızlı-erkekli aynı mekânlarda bulunmanın edepsizlikten, en büyük günahtan ve de namaz kılmayanların hayvandan ilan edildiği bu günlere inat 2000-2003 yılları arasında yayınlanan dizide, köyden İstanbul’a gelmiş birbiriyle akraba üç delikanlı (Recep, Haydar ve Satılmış) ve ülkenin değişik kentlerinden farklı sosyal ve ekonomik ortamlardan çıkıp da yine üniversite okumak için İstanbul’a gelmiş dört kız öğrencinin(Armağan, Ayten, Cansu ve Rüya) , delikanlıların akrabaları Zeliha ve Vahit’e ait müstakil, içeriden merdivenli üç katlı ve mutfağı müşterek, eski bir evde sürdürdükleri ve insani ilişkiler dersi veren dizi, takip eden yıllarda defalarca tekrar verilmişti.
Vahit’le Zeliha, ölümüne, tarifsiz bir aşkla sevmektedir birbirlerini. Ama bu aşk yaşadıkları hayatın gerçeklerinden uzak ya da yalıtılmış, öyle lay lay lom da değildir. Geçim gailesi içinde, ekmek davası peşinde, kâh bir bakkal dükkânında kâh bir mantıcı dükkânında, bizzat hayatın içinde sürüp giden bir aşk…
Recep, hafızası “yok” hükmündeki ve saflığı salaklık seviyesini fersah fersah aşmış Meryem’le evleneceklerine dair düşünürken Vahit Emmisine “Evlilik ve hayat nasıldır?” diye sormuştu ve Vahit de, öyle güzel anlatmıştı ki Zeliha’yla aralarındaki aşkı.
“Evlilik dağdaki keçi yolu gibidir evlat."
“Şimdi bir dağ düşün yalçın mı yalçın. Sivri kayaları var. İşte doğar doğmaz bizi hadi bu dağı aş diye eteklerine bırakıveriyorlar."
“İlk başlarda iş kolay. Ama yükselmeye başladıkça dağ sarpa sarıveriyor... Dimdik kayaların, uçurumların arasında kalıveriyorsun. Gücün azalıyor... Derken senin gibi bir yolcu daha çıkıyor. Yoldaşınla omuz omuza, can cana verip bir keçi yolu açıyorsun kendinize. Artık tek başına değilsin. Biliyorsun ki artık o yolu iki kişi yürüyeceksin... Dağ yine yalçın. Ama artık yürümek zevkli. Nefesim tükenecek diye korkmuyor insan. Çünkü yanında kendi nefesin gibi bir nefes daha var... Anladın mı?"
Zeliha Yengi’nin en bariz özelliği evhamlı oluşuydu. Bir de “Akarı yok kokarı yok” deyip de gaza getirmesi vardı tabi.
Bu, aklı feshinden bi karış yukarıda gezen Satılmış ortalıktan kaybolunca Zeliha Yengi’yi de almıştı bir telaş, işte o telaşın akabindeki o replik vallahi tarihi eserdir ha!
“Ya sarhoş şoförün biri kaldırıma çıkıp otuz kişi arasından onu duvarla araya sıkıştıraraktan ezdiyse, ya cankurtaran trafiğe takılarak zamanında gelmeyince bunu tüplü taksiye koydular da, taksi hastaneye yetiştirecem diyerekten acelesinden önündeki kamyona çarpıp da, tüpü patlayıp da, havaya uçup da, bin parçaya ayrıldıktan sonra parçaları her bir tarafa dağılıp ayrıldıysa”
İşin şakası bir yana ya, bir insanın sevdikleri içini en basit durumlarda bile bu kadar üst düzey bir üst perdeden kaygı duyması ve bu kaygıya sebep o sevginin tarifi, harbiden mümkün değil aga!
Vahit’le Zeliha’nın çocukları olmuyordu. Allah vermiyordu işte. Bakarsan Anadolu’dan gelmiş cahil insanlar ve Anadolu’da beş çocuktan az çocuğu olan bile, icabında, kısırdan sayılırken ve kısırlık en ağır kusurken ve de o kusurun diyetini illaki kadın öderken, 7 Numara, kısırlığın kusur sayılmadığı ve çocuk sahibi olmanın biyolojik bir mesele olmadığını, esas meseleninse çocukların yaşayacakları insani ilişkilere ,vicdan karinesine ve mutlak iyiliğe dayalı bir dünya olduğunu üflüyordu kulaklarımıza, gözlerimize, yüreklerimize.
Nasıl da anlıyoruz bunun ne manaya geldiğini bugünlerde. Suriye’de, yaşadığı mahalleye, eve, yağan bombaların ardında yaralanan ve kendi kanına şaşıran Umram Bebeği göreceğimize Allah canımızı alsaydı keşke.
Şaşkındı Umran Bebek, ürkütülmüştü… Öyle, sabit bakıyordu ve o bakışları azıcık vicdanı olanın kursağını kurutuyordu be! Başının kanı bulaşınca eline, anlayamadı, ne ve neden olduğunu, oturduğu ambulansı koltuğuna sildi elinin kanını arıtamadı Umran Bebek.
Dünyanın tüm çocukları için koskocaman bir 7 Numara gerek şimdi… Yoksa yok edecek bu namussuzlar tüm çocukları.
Vahit, kelepir bir ev almış ve bu evi üniversite öğrencilerine kiraya vererek bir yerde kazanç kapısına çevirmişti. İşte 7 numaralı bu evin gerçek ve kadim müdavimlerini bulma zamanı gelmişti.
Recep ve Haydar, üniversite kazanmış amca çocuklarıdır. Recep’in abisi Satılmış’sa kendini jön olarak görmekte ve “Taruk Arkun” adıyla Yeşilçam’da talihini aramak üzere üniversiteye giden kardeşi ve emmioğlu Haydar Ballıoğlu’nun peşlerine takılıp İstanbul’a gelmiştir. Klişe tabirle; Satılmış, İstanbul’a kaçmıştır. Recep, cimriliği aşmış ağır tutumluluğuyla öne çıkarken üniversitede okuduğu bölümü bile dili dönerek doğru telaffuz edememektedir.
“Sırtunu Aksaray’a verdun mü”
“Müsrüflüğün gereği yok emmioğlu”
“Ucuzlukçu market”
İşte bu replikler, hep, Recep’ten kalmıştır bize.
Haydar dersen, tam bir matematik dehasıdır. Şehre ilk geldiğinde tavuğu bile koltuğunun altındadır, canlı kanlı, adı da; Sultan mıydı neydi? O tavuğun doğduğu ve büyüdüğü topraklarla bağını zinhar koparmayacağına dair belki de en sağlam semboldü Haydar’ın tavuğu. Haydar ve Recep, emmileri Vahit’in yan tarafında bakkal dükkânı işlettiği evine geldiklerinde Zeliha göklere uçmuştu sevincinden. Hemen de bağrına basmıştı “İnsan eti ağırdır” diyen o klişeye inat.
Haydar’ın “Galuba, sanursam, herhalde” diye başladığı ya da bitirdiği o cümleleri belirsizlik değil de netlik ifade ederdi nasıl oluyorsa.
O, 7 Numaralı ev, Vahit ve Zeliha için çok büyüktü be! Küçücük ve mütevazı dünyalarına inat, büyüktü 7 Numara. Kaldıkları yurtta çok iyi anlaşan ve en nihayetinde birlikte eve çıkma kararı alan dört üniversiteli kız da 7 Numara’da kalmaktadır ve olaylar da, Zeliha Yengi’nin şu sözleri ardından, bundan sonra başlıyordu.
“Bak Vahit’im, bunlar böyle kardeş kardeş hep bürlük yaşamaya pek alıştılar. Artık birbirlerinden de kopamazlar. Gel, bu kardeşleri birbirinden ayırmayalım. Onların hepüsü bizim eve sığar”
Tabi ilk zamanlar kültürel farklılıkların yarattığı çatışmalar yaşanır, hiç de kolay olmaz birbirlerine alışmaları ve birbirlerini olduğu gibi kabul edip de sevmeleri… Ama zaman içinde tüm farklılıklar unutulup sadece “insan yanları” kalınca orta yerde, Zeliha Yengi’nin de dediği gibi hepsi o eve de, birbirlerinin gönüllerine de, bir şekilde sığarlar.
Armağan, yoksul bir ailenin zorluklar içinde okumaya çalışan ve kızların da “ağır ablası” rolündeydi. Yaşına rağmen oldukça ağır, kişilikli, temkinli ve mantıklıydı. Haydar, katıksız, kadim ve yalçın kayalar gibi bir sevdayla sevdalıydı Armağan’a ve bu sevdanın karşılığını bulup bulmaması hiç de önemli değildi. Armağan, Haydar’ın hislerini tam olarak anlıyordu ve yüreğinde karşılığını aramanın ya da aramamanın gereksizliğinin o da farkındaydı. Haydar’la Armağan arasındaki şey, insanı aşka aşık edip de “Sevdalım Hayat” dedirten türdendi işte.
Diyordu ki Haydar:
"Sıfır bir değer değildir. Bir sayı bile değildir. Anca başka bir sayının yanına gelince değer yaratır. Tıpkı sevda gibi. Sevdanın da tek başına bir değeri yok. İlle de biri olmalı. Sıfır ne kadar çoksa sayı o kadar çoğalır, sevda ne kadar çoksa insan o kadar çoğalır, büyür."
"Biri dese ki sevdamı al, kendine ekle, bir ömürle çarp sonra sonsuza eşitle. Yine değeri sıfır mı olur senin için?"
İşte, dünya savaş çığlıkları atıp da, unutulurken insanın insana biçtiği şu yürek hoplatan değerler, Anadolu’nun haritalarda bile zor bulunan bir yerinden kalkıp da İstanbul denilen deryaya gelip, orada da bir damla hükmünde olamayan Haydar’dan öğreniyorduk sevdanın kallavisini.
Galuba, sanursam , herhalde bu haydar, Armağan’ın alıp verdiği o nefes olmuştu. Armağan, son nefesini verene kadar, ister benimsesin ister benimsemesin, içine hep Haydar’ı çekecek ve hep Haydar’ı salacak içinden.
Cansu, evin en küçüğü… Küçük derken, hacim olarak küçük, kısa boylu falan ya, bir de muzip...7 Numara’da yaşayanların aklını başından alacak şakalar yapardı Cansu ve bu şakalardan dolayı başına ne kadar musibet gelirse gelsin iflah olmazdı. Sonrasında Satılmış’ın arkadaşı, anasının gözü dediklerinden Yusuf Güdük, Cansu’ya abayı yakıp da “Aslanım Graliçem” diyerek Cansu’nun etrafında fır dönmeye başlamıştı.
Yusuf Güdük, Anadolu insanının o inatçı ve zübük hallerinin en yalın ve en karikatürize haliydi bir yerde.
“Nohta. Bitttiii”
Dedi miydi, tamamdır o iş. Hiçbir çetin şart Güdük’ü yolundan, kararından döndüremezdi ve bu inadı, zaman içinde Cansu’nun yüreğinde belki bir aşka dönüşmemişti ama alışkanlık olmuştu. Hayat, Yusuf Güdük gibisini Cansu’nun alışkanlığı haline getirebiliyordu işte. Ha bir de takım elbise altına spor ayakkabı giymesi vardır ki bu konsepti Recep’te ve Haydar’da da ara ara görmekteydik.
Aşk olurdu da, o aşka dair, onların aşkına dair, o aşka adanmış bir şarkı olmaz mıydı? Vardı elbette ve Yusuf Güdük dilinden düşürmezdi “Aslanım Graliçem” için tuttuğu şarkıyı.
Ah le yar yar
yine başımda sevdan.
Ah le yar yar
Geceler kara zindan.
Ah le yar yar
bir parçacık canim kaldı onu da sen al.
Ayten, tam anlamıyla Araf’ta kalmıştı.
“Hayaller Bebek, Nişantaşı”
“Gerçekler 7 Numara” ydı.
Burjuva özentileri zaaflarıyla harmanlanıp iyice öne çıkıyordu ve bu durum Recep tarafından iyice tiye alınıyordu. Recep gibi bir taşralı tarafından mütemadiyen tiye alınmak Ayten’i hepten çileden çıkartıyordu ve Ayten’le Recep arasındaki bu didişme bambaşka bir tat katıyordu diziye. Didişseler de, kavga da etseler ve hatta ileri gidip tavır da alsalar birbirlerine, yeter ki dara düşmesin birisi, yeter ki gözü seğirmesin diğerinin, işte o an tüm farklılıklar unutulur ve tüm hesaplar ötelenir, tekrardan kardeşlik dersi verilirdi.
Rüya dedikleri ya, harbiden de adı gibi bir kızdı. Böyle edebiyata, sanata, şiire düşkün, bambaşka bir âlemlerde, saf, temiz bir hayat sürüyordu ve insan “7 Numara dışında başka bir yere düşseydi harcarlardı bu kızı” demekten alamıyordu kendini. Cansu, en çok da Rüya’yı korkutuyordu, o muzip şakalarıyla. Ve Cansu, Rüya’yı korkuttukça Rüya, ana sinesine sığınan küçük bir kız gibi “Yaaa Armağan yaa” diyerek Armağan’a sığınıyor, Armağan’sa anaç bir sarılmayla Rüya’yı kolları altına, güvene, alırken evin en arsızı Cansu’ya da gözlerini pörtleterek “Cansuuuuuu” diye ayar vermeyi ihmal etmiyordu.
Aslında dizi Recep ve Haydar üzerinde dönmektedir ya, diğer oyuncular ve olaylar o kadar iyiydi ki, bu lezzetli karışımdan tutup da birini alıp ayırmak mümkün değildi işte. Şartlar ne olursa olsun Recep’le Haydar hep kol kola, hep omuz omuzaydı. Ve her fırsatta birbirilerine, bir arada, dayanışma içinde olacaklarına dair sözler verirlerdi. Kavilleşirlerdi ve kavillerinin garantörü olarak da “Dağlar daşlar, kurtlar kuşlar/ Gavlini tutmayanı cadular dürtüşler” tekerlemesini, yeminden de kutsal bilip aynı anda söylerler ve öyle rahata, huzura kavuşurlardı.
Recep’in bir de eski bir bağlaması vardı. Yahuı öyle adamakıllı çalabildiği falan da yoktu ya, heves işte. Bağlama olur da türkü olmaz mıydı, Recep’le Haydar’ın en sevdikleri türkü de:
Amanın mor koyun
Me- ler gelir
Recep, bir parça da Ayten’i delirtmek için her fırsatta ve özellikle de Ayten’in bulunduğu ortamlarda başlardı türküye ve az sonra da Haydar katılırdı, daha fazla dayanamadan.
Pazen kumaş o klasik çizgili pijamalar, bağlamaya olan o vazgeçilmez sevda ve türkü tadında, türkü saflığında algılanan dünya… Haydar ve Recep, köklerimize dair değerlerdi yani.
Dizinin daha sonraki bölümlerinde Berat ve Asiye’de diziye dâhil olacaktır. Asiye, Satılmış’ın kandırıp da kaçırdığı dul kadın olarak diziyle girer. Karadenizlidir. Berat, Zeliha’nın yeğenidir. Ve ilk zamanlar tam bir şark kurnazıdır ya, Asiye’yle tanışması ve 7 Numara’ya dâhil oluşuyla yine vicdan karinesi işlemeye başlar ve Asiye’yle evlenmesi ardından bir de bebekleri olur. İşte o bebekle birlikte 7 Numara’da umudun adı da anlamı da bir başkalaşır.
“Dost” dedikleri, birbirine benzemeyen dört ayrı harftir bakarsan ama diğer yandan, en önemli ve en muteber olanıysa tek hece oluşudur. 7 Numara, birbirinden farklı tüm o harfleri tek ve en anlamlı heceye dönüştürdü. Bu muhteşem dizinin unutulmaz oyuncuları halen aramızda ve tadı damağımızda şimdi.
7 Numara, bize esaslı bir demokrasi dersi vermektedir ve bugünlerde nasıl da daha bir anlam kazanmaktadır o ders. Birbirinden farklı kültür yapısına ve algılara sahip insanların aynı çatı altında, tüm sorunlarına demokratik yöntemlerle çözüm bularak mutlu, huzurlu ve güvenli bir hayat sürdüklerinden başka hangi sonuç çıkabilir ki 7 Numara’dan?
Eski Romalılarda yaşadıkları çağı beğenmemek, sürekli ve sert eleştirmek, ateş püskürerek eleştirmek gibi baskın bir ruh hali vardı. Buna karşılık kendilerinin ya da ebeveynlerinin yaşayıp da yaşlandırdıkları, geride bıraktıkları çağları yüceltmektedirler. Aslına bakarsan bu durum umut vericidir benim için. Eğer, her çağ böyle düşünüyorsa belki de hepsi yanılıyordu. Belki de her şey, esasen kötüye gitmiyordur da, bu da tıpkı Romalılar gibi bir baskın ruh halidir.
Yorum yazarak Ordu Olay Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Ordu Olay Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Ordu Olay Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Ordu Olay Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Ordu Olay Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Ordu Olay Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Ordu Olay Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Ordu Olay Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.