
Bu günlerde ‘Sahnede Yaşadım’ isimli kitabını çıkaran OBKT’nin ilk oyuncularından Gülçin Üstüntaş ile hem eserini hem tiyatroyu hem de Ordu’yu konuştuk, geçmişi hatırlayıp geleceğe ışık tuttuk.
“Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu (OBKT) Anadolu’da ilk bölge tiyatrosu olarak bilinir. 1964’te perdelerini açan OBKT’nin ilk oyuncularından biri de Gülçin Üstüntaş’tır. Yıllarca birçok oyunda rol alan, onlarca oyun yöneten, sahnede, ışıklar altında olmanın verdiği hazzı yaşarken birçok acılı olaya da tanıklık eden Gülçin Üstüntaş’ın anıları, okuyanı adeta bir belgesel roman içinde gezdiriyor.” Bu satırlar Gülçin Üstüntaş’ın Sahnede Yaşadım isimli kitabının tanıtım yazısında yer alıyor. Biz de Üstüntaş ile kitabından yola çıkarak hem Ordu’yu hem te tiyatroyu konuştuk. İşte o röportajımız:
Anılarınızı yazma fikri nasıl doğdu?
Anılarımı yazma fikri 1979’da OBKT’de oynadığımız oyununu izlemeye gelen yazar Adalet Ağaoğlu ile yaptığımız sohbetler sonrası bana “bunları mutlaka yazmalısın” diye ısrarla söylemesinden ve daha sonra yazar arkadaşım Ülker Köksal’la uzun sohbetlerimizden ve İbrahim Dizman’ın önerileriyle oluştu. 40 yıl bir kentin tiyatrosunun, sosyal hayatının içinde olunca birikim sağlıyorsunuz ister istemez. Geriye dönüp baktığınızda bu süreçte önemli ölçüde değişim yaşanmış. Geçmiş çok gerilerde kalmış. Geçmişte yaşanmayacak elbette, gelişime katılmak, katkı sağlamak gerekir. Ancak geçmişin de unutulmaması için kaynak bırakılması lazım. Bunu en çok ORSEV’de “İz Bırakanlar” belgeselini yaparken yaşadım. Ordu’ya değer katan önemli insanların kendileri ile ilgili hiç belge toplamadıklarını, arşiv oluşturmadıklarını gördüm. 80’li 90’lı yaşlardaki insanların belleğinde ne kalmışsa onları anlattılar. Benim yaşadığım dönemin tiyatrosunu ilk yıllar Uğur Gürsoy gazetesindeki köşesinde yazıyordu, sonradan bu köşe yazılarının bir kısmı kitap olarak basıldı. Bu çok önemli. Benim de yazmam gerekiyordu, hem dostlarıma verdiğim sözü yerine getirmek hem yaşadıklarımızın kayda geçmesi için.
Ordu Tiyatro tarihi çok zengin. Sizde bunun bir parçasısınız. Ordu’da tiyatro yapmak geçmişte nasıl bir duyguydu, şimdi nasıl bir duygu?
Bu sorunuzu, hemen aklıma gelen bir anıyla açıklamak istiyorum. OBKT’nin 50. yılını kutlamak için Belediyenin daveti üzerine İstanbul’dan bir sanatçı grubuyla geldik. Kalacağımız otele yerleşmiştik ki Ali Poyrazoğlu “ben bu otelin aydınlatmasını beğenmedim gözlerimi yordu, kendi imkanımla yeni yapılan bir otele gidiyorum” deyince “Ali bey şartlar bu” demiştim de, “ben gençliğimden beri Anadolu’yu dolaştım ne sıkıntılar çektim bilemezsiniz, şimdi para kazanıyorum artık sıkıntı çekmek istemiyorum” demişti… Bu söz geçmişte tiyatro yapanların durumunu çok iyi anlatıyor sanırım. Yalnız Ordu değil tüm tiyatrolar yokluklar içinde çalışıyordu. Turneye gittiğinizde salon bulamıyordunuz, sinema, düğün salonu ya da Halk Eğitimlerin bakımsız, teçhizatsız salonlarında dekorunuzu tam olarak yerleştiremeden oynardınız. Yine de ısrarla gidiliyordu. Para kazanıldığından değil, pek çok tiyatro idealistçe insanları tiyatroya alıştırmak için yapıyordu bunu. Bir de arz talep meselesi var tabii. İhtiyacın farkına varıldığında söylediğim bu salonlar ihtiyacı karşılayacak hale getirildi. Böyle böyle kazanım sağlandı.
Ordu salon açısından daha şanslıydı. Halk Eğitimin devasa salonu akustik olarak hiç uygun olmasa da yıllarca tiyatro ihtiyacını karşıladı. İyi bir salon yalnız oyuncu için değil, seyirci de sıcak bir ortamda sandalye değil de koltuklarda oturmak istemez mi? Maalesef o yıllarda böyle bir lüksümüz yoktu. Yoktu ama inanın öyle bir yürek vardı ki, oyuncunun da seyircinin de tek bir sevdada buluştuğu aynı duyguyu paylaştığı yıllardı. Küçük bir kentte herkes birbirini tanır, iç içesinizdir. Birlikte sevinir birlikte ağlarsınız. Bugün isteseniz de bunu başaramazsınız. Kent büyümüştür artık, birçok anlamda gelişmiştir…Güzel salonlarda, rahat koltuklarda oturursunuz, sahne ışıklarla donatılmıştır, ama sizi izleyen seyirciyi tanımıyorsunuz, kulise gelip sizi sevgiyle kucaklamıyor. Karşılıklı duygu alışverişi oyun içinde oluyor belki ama sonrası kuru, soğuk. Oyuncu en çok bu sıcak duyguları hissetmek ister.
Geçmişe baktığınızda sizi tiyatro açısından etkileyen en önemli olaylar neler?
Biraz önce anlattığım insani olayların beni etkilediğini söyleyebilirim. Ordu’da tiyatro yapmaya başladığımda, hedefim büyük kentlere gitmekti. Eşim Aydın da bunun sözünü vermişti bana. Birlikte gidecektik. Yıllar geçtikçe Ordu ve tiyatro ile bağlarımız öyle gelişti ki, hele sorumluluk yüklendikten sonra, buradaki sıcak ilişkiyi bulamayacağımızı düşünmeye başladık. Sokakta rastladığımız tanıdığımız tanımadığımız insanların “beni de sahneye çıkarın” demesi yetiyordu. Çıkarıyorduk da. OBKT çocuğumuz olmuştu artık, esas hedefimiz onu büyütmekti... Eh çocuk da emek istiyordu tabi…
Anı kitabımda OBKT’ye geniş verdim, çalışma sistemimizi anlatmaya çalıştım. Burada da vurgulamak isterim Fazıl Sözen’den başlayarak Seyit Torun’a kadar beş belediye başkanı ile çalıştım, Aydın Üstüntaş’la birlikte. Belediye yönetimi tiyatroyu sadece tiyatroculara bırakmıştı. Encümene gönderdiğimiz oyunlar güven duyularak, araştırılmadan onaylıyordu. Güvenlerini sarsacak bir oyunla perde açmadık hiçbir zaman. Ne oyun ne oyuncu hakkında baskı yaşamadık. Büyükşehir olduktan sonra, idareciler sanki sanat kuruluymuş gibi yönetmeye başladı OBKT’yi. Genel Sanat Yönetmeniyle çalışmayı nedense başaramadılar. Oysa Büyükşehir Belediyelerinin tiyatrosunun Genel Sanat Yönetmeni dışında bir de repertuarlarını hazırlayacak ve işleyişini sağlayacak sanat kurulu vardır. Bu gerekliliği yerine getirebilseler her şey daha güzel olacak gibi geliyor bana. Açıkcası OBKT’nin emektarı olarak, tiyatronun geleneğinin sürdürülememiş olması beni üzüyor.
1990’lar da neredeyse kentin bütün sanat etkinlikleri ORSEV’de yapılıyordu. ORSEV nasıl bir kurumdu, başarısı nereden geliyordu?
ORSEV’in başarısı, kurucuların ve sonradan aramıza katılan dostlarımızın inancından, azminden, sanata duyduğu heyecandan, sorumluluk anlayışından ve tek yürek olmanın yarattığı sinerjiden geliyordu. Ordu kenti sosyal ve kültürel alanda zaman zaman ivme kazanmış, zaman zamanda durgunluk yaşamıştır belli sürelerde. Bunun elbette nedenleri vardır. Konuyu dağıtmadan ORSEV’in başarısından söz etmeliyim. İşte böyle bir durgunluk döneminde ORSEV bütün sanat alanlarını kapsayacak bir inançla kapısını açtı, ışıkları yaktı ve o ışıklar Ordu’yu kucakladı. Bizim heyecanımız sanatseverlerin heyecanı ile buluşunca bizde yorulmak bilmeyen bir enerji oluştu. Şanslıydık Ordu’da efsane olmuş Buket pastanesinin yeni mekan sahibi olmuştuk. Her akşam değişik sahne etkinlikleri tiyatro, konser, şiir dinletileri, gösteriler, paneller, konferanslar, söyleşiler, sergiler…Bunların yanı sıra ihtiyaç duyulan kurslarla bir okul gibi işlev görüyorduk. Daha çok yerel sanat ve sanatçı potansiyelini ortaya çıkarmak istiyorduk. Bu potansiyelin fazlası ile olduğunu gördük. Yerel potansiyelimizi ülkemizin değerli sanatçı ve sanatlarıyla buluşturmak hedeflerimiz arasındaydı. Dostlar sayesinde bunu da başardık. Klasik müzik, opera gibi sanatlarla daha bir ivme kazandık. Zamanla ORSEV de efsaneler arasına girdi.
ORSEV günlerinden sizde kalan unutamadığınız olaylar nelerdir?
ORSEV de birlikte çalıştığımız arkadaşlarımız ve o küçük ama sıcak yuvamızda bizimle birlikte olan izleyici dostlarımızın da unutulmaz anıları olduğuna eminim. Benim öyle çok ki, hangi birini anlatabilirim. Seçim yapmakta zorlanıyorum açıkçası. Şef Hikmet Şimşek’in ameliyat dikişlerini aldırmadan, “söz verdim geleceğim elbette” deyip kara yoluyla konser vermek üzere gelişini mi? ORSEV’in 10. yıl etkinliğine panel için katılan Can Dündar’ın Boztepe’den OBKT bahçesine yamaç paraşütü ile inme girişiminde ağaçlara takılıp düşmesinin ulusal kanal haberlerine konu olması sonucunda yaşanan telaşın gecemizi nasıl etkilediğini mi? Bir derneğin belediye iş birliği ile parka yaptırdığı Bilal Köyden anıtını mı? Yerel TV kanalları açıldığında ATV’nin yaptığı gibi Forum proğramını canlı olarak kentin idarecileri ve ileri gelenleri ile Ordu’nun sorunlarının geleceğe dönük tartışıldığını mı? TRT sanatçısı Asım Yücesoy’un resim sergisi için geldiği Ordu’dan ayrılmasına üç saat kala ORSEV’de spontane konser verip otobüsüne yetişmesini mi? ADD başkanı Yekta Güngör Özden’in Bilal Köyden gecesinde ödül almak için geldiğinde okul arkadaşı vali Kemal Yazıcıoğlu’nun yıllar sonra ilk kez bir etkinliğe katıldığını ve sahneye çıkıp “benim bu güzel etkinliklerden neden haberim yok, bundan sonra etkinliklerinize katılacağım” demesini mi? Araştırmacı büyüğümüz Sıtkı Çebi’nin “Bir Zamanlar Ordu” söyleşisini dizi halinde haftanın belli günlerinde ORSEV’de yaptığını ve bu söyleşilerin çok ilgi gördüğünü, uyandırdığı merak üzerine çoklarının arşivci olmasını ağladığını mı? Bu anıların sonu gelmez, burada nokta koyalım isterseniz.
Sohbetleriniz sırasında ünlü romancımız Adalet Ağaoğlu size: “Gülçin; anılarını mutlaka yazmalısın” dediğini; bu fikri Ülker Köksal’ın ve İbrahim Dizman arkadaşlarınızın da desteklediklerini söylüyorsunuz: “Sahnede Yaşadım” anılar kitabınız “Verilmiş bir sözün ürünü mü; yoksa, yılların birikimi tutmuş olduğunuz günlüğünüzde, bunlar yayımlanabilecek olanlar dedikleriniz mi? Biz neyi okuduk?
Verilmiş bir sözün yanında, bunca yılın anılarının tarihe mal edilmeli düşüncesi ile görev saydım. Zaten dostlarımda bunu istemişti.
Boğaziçi Tiyatro Şenliği’ne (1987) katıldınız, Orhan Asena’nın “Fadik Kız” oyununun yönetmeni sizdiniz. Oyun hazırlığı sırasındaki aksamaları gördüğünüzde heyecanınızı gizleyememiş (…) “Meğer onlar gezip, tozarken enerji toplamış, bense öfkeme yenilmiş, enerji kaybetmiştim” diyorsunuz. Arkasından Gülçin Üstüntaş’ı en iyi tanıtan şu değerlendirmeniz geliyor: “Normal ilişkilerimde asla böyle değilim, hatta fazlasıyla hoşgörülüyüm ama tiyatro söz konusu olduğunda herkesin benim kadar sorumluluk duygusu taşımasını ve saygı göstermesini istiyorum. Bu huyumu hiç bırakamadım.” Yine bir başka yerde: “Benim başarımın en önemli tarafı oyun kastının iyi olmasından kaynaklanıyordu. Her zaman kadroma göre oyun seçmişimdir” diyorsunuz. Buradan şuraya gelmek istiyorum: Ordu Sanatevi’nin kuruluşunu “Bir Efsanenin Doğuşu” nitelemesinde bulunduktan sonra –benim de önemsediğim- şu tespiti yapıyorsunuz: “Yaşadığınız kentte hayatın rengini, ritmini bulmak için sanatın ışığına uzanmaya çalıştık.” Bugün, OBBKT ve “Bir Efsanenin Doğuşu” dediğiniz ORSEV yaşadığınız kentte sanatın ışığına uzanmakla kalmayıp, o ışığı bir daha söndürmemek üzere yakan, sayıları yüzleri bulan gençler olduğunu söyleyebilir misiniz?
OBKT (OBBKT) temeli sağlam atılmış bir kurum, doğal olarak kişiler gelip geçici, bizden sonraki kuşak bıraktığımız yerden aynı heyecan ve görev aşkıyla sürdürmeye devam ediyorlar. Tiyatro bağlı bulunduğu kurumun ve Ordu’nun yüz akıdır. ORSEV bizim zamanımızdaki misyonunu tamamladı diye düşünsek bile sanatın kendi içindeki devinimi nedeniyle hala Sevinç Özel başkanlığında özveriyle varlığını sürdürmekte. Misyonunu tamamladı derken; 90’lı yıllarda eksikliğini hissettiğimiz pek çok alanda etkinlik yapıyorduk. 2010’lu yıllarda Ordu çok değişti. Farklı ihtiyaçlar oluştu. Bu ihtiyaçları karşılayacak kurum ve dernekler çoğaldı. Böyle olması gerekliydi zaten.
ORSEV günlerinden sizde kalan unutamadığınız olaylar nelerdir?
ORSEV de birlikte çalıştığımız arkadaşlarımız ve o küçük ama sıcak yuvamızda bizimle birlikte olan izleyici dostlarımızın da unutulmaz anıları olduğuna eminim. Benim öyle çok ki, hangi birini anlatabilirim. Seçim yapmakta zorlanıyorum açıkçası. Şef Hikmet Şimşek’in ameliyat dikişlerini aldırmadan, “söz verdim geleceğim elbette” deyip kara yoluyla konser vermek üzere gelişini mi? ORSEV’in 10. yıl etkinliğine panel için katılan Can Dündar’ın Boztepe’den OBKT bahçesine yamaç paraşütü ile inme girişiminde ağaçlara takılıp düşmesinin ulusal kanal haberlerine konu olması sonucunda yaşanan telaşın gecemizi nasıl etkilediğini mi? Bir derneğin belediye iş birliği ile parka yaptırdığı Bilal Köyden anıtını mı? Yerel TV kanalları açıldığında ATV’nin yaptığı gibi Forum proğramını canlı olarak kentin idarecileri ve ileri gelenleri ile Ordu’nun sorunlarının geleceğe dönük tartışıldığını mı? TRT sanatçısı Asım Yücesoy’un resim sergisi için geldiği Ordu’dan ayrılmasına üç saat kala ORSEV’de spontane konser verip otobüsüne yetişmesini mi? ADD başkanı Yekta Güngör Özden’in Bilal Köyden gecesinde ödül almak için geldiğinde okul arkadaşı vali Kemal Yazıcıoğlu’nun yıllar sonra ilk kez bir etkinliğe katıldığını ve sahneye çıkıp “benim bu güzel etkinliklerden neden haberim yok, bundan sonra etkinliklerinize katılacağım” demesini mi? Araştırmacı büyüğümüz Sıtkı Çebi’nin “Bir Zamanlar Ordu” söyleşisini dizi halinde haftanın belli günlerinde ORSEV’de yaptığını ve bu söyleşilerin çok ilgi gördüğünü, uyandırdığı merak üzerine çoklarının arşivci olmasını ağladığını mı? Bu anıların sonu gelmez, burada nokta koyalım isterseniz.
Ordu’nun sosyal hayatından da kesitler sunuyorsunuz 1960’lı 70’li yılları kıyasladığınızda sosyal hayatı için neler söyleyebilirsiniz?
Sizin sorduğunuz o yıllarla bugün arasında o kadar çok değişim var ki…Kısaca özetlersem, nüfus sayısı bugüne oranla çok daha az olduğundan merkezde oturanlar birbirlerini tanırdı. Sokağa çıktığımızda herkesle selamlaşıp hal hatır sormadan yürüyüp gidemezdiniz. Bugün Ordu’ya geldiğimde selamlaşacak kimseyi göremiyorum. Sosyal yaşam bireysel değil toplu yaşanırdı. Şimdiki gibi yeme içme yerleri kafeler, restoranlar olmadığından (sayılacak kadar vardı) sık sık dernekler tarafında Halk eğitim salonunda balolar düzenlenirdi. Kadınlar terzilerde yeni kostüm diktirir özenle hazırlanılır buralarda eğlenilirdi. Koskocaman Halk Eğitim salonu dolardı ama herkes aile gibiydi. Çok samimi bol eğlenceli gecelerdi bunlar. Şimdi artık böyle gecelere ihtiyaç duyulmuyor. Geceleri ailece gidilecek müzikli restoranlar mevcut. Ayrıca kadınlar için gündüz çay patileri düzenlenir hem derneklere gelir sağlanır hem kadınlar eğlenirdi. Ve bu çoğunlukla yapılırdı. Sinema vazgeçilmezimizdi. Özellikle 6 matineleri. Önceden gidilir Buket pastanesinde buluşulur, çay kahve ve sohbetle günün yorgunluğu atılır, saati geldiğinde hangi film olursa olsun mutlaka izlenirdi. Bazılarımız özellikle Aydın’la ben sonraki matineye de girerdik. Ordulu kadınların giyimi oldukça şık olduğundan ulusal basında yer alır hatta isim verilerek bazı kadınlar giyimde dereceye girerdi. Ordu’nun en renkli rahmetli Fahri Çelebi’nin düzenlediği yurt düzeyindeki defileler kente hareketlilik kazandırır, bazen de yerli güzellik yarışması düzenler, genç kızlar Olgunlaşma Enstitüsünde hazırlanır büyük bir ciddiyetle yarışırlardı. Genelde Altın Fındık Şenliğinde yapılırdı bu gösteriler. O dönemde her yıl Belediye’nin düzenlediği bu şenlikler kentimize ivme kazandırırdı. Her dönemin kendine has özellikleri olmuştur, olacaktır da… Değişim ve gelişim kaçınılmazdır. Tabi OBKT’nin varlığı inkar edilemez. Tiyatromuz ulusal anlamda değer gören Ordu’yu taçlandıran bir sanat kurumudur. O günden bugüne varlığını sürdürmesi sağlam temeller üzerine kurulduğunun ispatıdır.
Bir dönem politika da yaptınız ama sonra sürdürmediniz. Bunun nedenleri nelerdir?
Politika ile ilk gençlik yıllarımdan itibaren ilgileniyordum. Yaşadığımız ülkenin sorunlarını, ekonomisini, sosyal gelişmesini, hukuk ve adalet anlayışını cumhuriyetin değerlerini ne kadar koruduğunu, oy kullandığımıza göre takip etmek ona göre değerlendirmek zorundayız. Her vatandaşın asli görevidir bu. Ancak aktif politika yapmağı hiç düşünmemiştim. O zamanlar CHP İl başkanı olan sevgili Ertuğrul Günay’ın isteği üzerine belli bir süre için politikaya soyundum. Çünkü tiyatroda çok yoğun çalışıyor üstelik çocuk büyütüyordum. Aktif politika benim işim olmamalıydı. Bu süreçte partimin isteği üzerine ilk kadın Belediye Meclis üyesi oldum. 1980 darbesiyle aktif politika hayatım zorunlu tamamlanmış oldu.
Tiyatro konusunda kişisel çalışmalarınız sürüyor mu? Önümüzde ki dönem için projeleriniz nelerdir?
Ordu dışında Samsun ve Ankara’da uzun süreli tiyatro çalışmalarım oldu. Şimdi İstanbul’da çocuklarımın yanındayım. Burada Güzel Ordu Kültür Sanat Derneği’nin çatısı altında tiyatro yapıyordum ancak pandemi nedeniyle sürdürmekte zorlanıyoruz. Sağlığım elverdiğince, tiyatro beni bırakmadıkça çalışmamı sürdüreceğim elbette. İnsanın sevdiği işi yapmasın daha güzel ne olabilir ki… İstanbul gibi bir sanat kentinde tek şansım bol bol oyun izliyor olmam. Tiyatronun bana verdiği hazzı ve kazanımlarını çok değerli buluyorum.
Neden tiyatroya bu kadar değer veriyorsunuz?
Tiyatronun herkesçe bilinen tanımı” insanı insana insanca anlatır” …Bu anlatım insana, farklılıkları gösterir, kanıksanmış, ya da dikte edilmiş düşüncelerin analizini yapma fırsatı tanır. Yaşamın bir felsefesi olması ve bu felsefenin estetik değer kazanması gerekliliğini vurgular. Size bir ayna olma özelliği taşır. Tiyatro okul değildir derler ya, başkalarını bilmem ama benim okulum oldu. Ne öğrendimse izlediğim oyunlardan öğrendim. İnsan psikolojisi, karakter analizi, evrensel bakış, kendi dünya görüşünüzün belirlenmesi gibi… Sinema da öyle benim için çünkü bir hikayesi var. Romanlar da öyle…Çok farklı hikayelerde farklı karakterlerle karşılaşıyorsunuz. Derinliklere iniyorsunuz, gerçeği arıyorsunuz bir anlamda kendinizi disipline ediyorsunuz. İnsan ve insanın geçirdiği evrim çok önemli benim için.
Teşekkür ederim.
Bu fırsat için ben teşekkür ederim.
Yorum Yazın