
TMO’nun kilosunu 20 kuruştan sattığı buğdayın bir avuç kadarının, ya da bir koçan mısırın değeri, 25 kuruş olan bir bilet parasının onda biri kadar bile değildi. Ama olsun, Bican Abileri halden bilirdi. Onların paraları olmadığını, ancak film izlemeyi de ne kadar delicesine arzuladıklarının farkındaydı. Onun için hiç birine hayır demeye gönlü razı olmazdı…
Bir vesileyle yoksul çocukların da film seyretmelerine hoşgörüleriyle imkan sağlayan Sinemacı Bican Orhun’u ve o zamanın sinema işletmecilerinden Muammer Çakmak’la ortağı Hasan Çebi’yi rahmetle anarken onları bugünkü kuşaklara da tanıtmak istedim.
Elmalık Mahallesindeki annelerimizden de sinemaya meraklı olanlar vardı. Onlar, ya Cumhuriyetin öncesinde ya da ilan edildiği yıllarda dünyaya gelmiş kadınlardı. Bu nedenle çocukluklarında Cumhuriyetin tüm kadınlara sağladığı hak ve imkanlardan yararlanamamış olduklarından İğneci Fikriye Teyzeden başka nerdeyse hepsinin okuma yazması yoktu. Buna rağmen yine de aile ve çevre kültürü ile yetişmişlerdi. Bizlere doğru ve namuslu olmanın önemini okul öncesi dönemlerde hep o okur yazar bile olmayan annelerimiz öğretmişlerdir. Onlar, ev işleri dışında ördükleri kazak, çorap gibi giysilerle, işledikleri oya ve dantellerle ev ekonomisini katkıda da bulunurlardı. Genel kültürleri pek olmadığından, Yeşilçam yapımı ve Hint filmlerinden başka, kendilerine konusu karışık gelen yabancı filmlere hiç ilgi duymazlardı.
1950’li yıllarda Yeşilçam da çekilen filmlerin çoğunun konusu ise köylerde yaşanan aşklardı. Ağanın güzel kızı babasının garip çobanına aşık olur ama kavuşmaları ailesi tarafından engellenirdi. Bu yüzden çoğu aşıklar, yaşadıkları kara sevdanın etkisiyle o yıllarda salgın olan verem hastalığını yakalanırlardı.
Yedi Köyün Zeynep'i Garip Ömer, Beyaz Mendil, Mezarımı Taştan Oyun, Ceylan Emine gibi filmler annelerimize de sinemalara çekmişti… Onlar, Pazar günleri siyah mantolarını giyip başlarına şallarını alarak gündüz matinelerinde bu gözyaşı soslu dramatik filmleri izlemeye giderlerdi.
İlkokul çağına daha yeni gelmiş bazı uyanık çocuklar, kapıda bilet kestirip sinemaya giren kadınların çaktırmadan mantosunun kenarından tuttuklarında bilet kesen görevli kişi, onu kadının çocuğu sanır, içeri girmesini engellemezdi. İçeri girer girmez de kadın balkona giderken bizim ufaklık da salona yönelirdi. Bu düşünce de, parasızlıktan kaynaklanan bir cingözlük olmalıydı.
Sinemaya giden kadınlar izledikleri bu acıklı filmleri, gitmeyen komşularına göz yaşlarını akıtarak anlatırlardı. O yıllarda Yeşilçamın kötü adamı Ahmet Tarık Tekçe, annelerimizden çok beddua almıştır. Kendisinden söz edilirken adı batasıca, andır gibi sıfatlar kullanılmıştır. Seyrettikleri filmlerle öylesine özdeşleşirlerdi ki, filmde seyrettikleri olayları, kurgudan öte sanki gerçekmiş gibi algılarlardı da…
Annelerden başka sinemayı merak eden ninelerde vardı. Onlardan çoğu sinemanın günah olduğunu düşünseler de içlerinden bazıları yine de merakını gidermek için bir kere de olsa sinemaya gitmişlerdir.
Bunlardan birini, merakını gidermesi için oğlu ve gelini yanlarına alarak gece suaresine Millet Sinema götürürler. O gece sinemanın balkonundaki seyirciler arasında kentin tanınmış toptancı tüccarlarından Haki Yener de vardır ve balkonun tam orta yerinde en ön sırasındaki koltuklarının birinde oturmaktadır. Derken, üç kez gonk vurulduktan sonra perde açılır, ışıklar söner. ve hemen yakın plan çekimde bir adam görünür perdede… Sanırım bir reklam spotunu söylemektedir. Birden perdede adamın konuştuğunu gören bizim nine, gelinine yavaşça fısıldar:
• Gelin kızım sinema başliyi herhalda der, herif Hakiye bişeyler söyledi…
Milli Mücadele yıllarını konu eden kahramanlık filmleriyle efe filmleri o zamanlar çok tutulan yapımlardı.. Keçiköylü aktör Ali Üstüntaş, o da Efe filmlerine önemli roller üstlenirdi.
Kahramanlık filmlerinde çoğu zaman ay yıldızlı bayrağımız da görünürdü. O anda seyircilerden çok kişi ayağı kalkıp alkış tutardılar da…
Sinemalar öylesine hayatımıza girmişti ki, filmlerdeki repliklerin sözleri günlerce dillere pelesenk olurdu. Filmdeki tiplerin isimleri bazı kişilere yakıştırılırdı. Zoro filminin maskeli kahraman silahşoru, okul kapılarında simit, leblebi satan birine yakıştırılmıştı. Onun asıl adının ne olduğunu pek bilen kalmamıştı. Ceylan Emine filminden sonra mahallemizin güzel kızı Emine Abla da Ceylan Emine olarak anılır olmuştu.
Dünya klasiği filmleri vizyona girer girmez kentimiz halkına izlettiren o zamanın sinemacılarını, buradan rahmet ve minnetle bir kez daha andığımı belirtirim.
Günümüzde ise artık siyah beyaz sinema filmlerinin yerini yüzlerce kanalın yayınlarını renkli olarak gösteren televizyonlardaki dizi filmler aldı… Sinemaya gitmekse, müzeye gitmek gibi bir şey oldu…
Nereden, nereye ?...
Halkeviindeki Düğünler
1950’li yıllarda, dar gelirli aileler belli kahvehanelerde düğün yaparlarken kenttin tanınmış ailelerinin çocukları için yapılan düğünler de öyle beş yıldızlı otellerinin salonlarında menülü falan da olmazdı. Halk Eğitim Merkezinin salonu, hemen hemen her düğün törenin yapıldığı tek mekan gibiydi o yıllarda…
Davetliler, evlenecek kişilerle olan yakınlığına göre kendileri için ayrılan sandalyelere otururlardı. Davetlilerden herkes yerine oturduktan sonra davetsiz kişiler de salona girerdiler. Ancak onlar, düğün törenlerini, ya salonun bir kenarında ya da balkondan ayakta izlerdiler.
O zamanlar kızlardan birine gönül verip aşık olmuş delikanlılar, sevdiklerini uzaktan da olsa gördüklerinde, el ele tutuşmuşlar kadar mutlu olurlardı. Onun için düğünler bu mutluluk için bir vesile olurdu da…
Sahnedeki orkestranın bateristi Yunus Tuna, akordeoncusu Kazım ve kemancısı Yurdal Karahan’ın çaldığı tangoyla dansa kalkanlar belli sayıda kişilerdi. Düğün töreninin sonları doğru ise orkestra oyun havalarına geçerdi. Karşılama çalmaya başladığında ise tut tutabilirsen davetlileri… Kadın, erkek, çoluk çocuk dans pistini doldurduğu gibi davetsizlerden de oyuna katılanlar olurdu.
Diyeceğim, evlenen kişilerin bu mutlu gününe, davetli davetsiz kentte isteyen herkes katılırdı.
Yorum Yazın