1800’LÜ YILLARDA KARADENİZ’DE TİFO ve KOLERAYA YAKALANANLAR

Trabzon şehrindeki ilk kolera vakası 9 Eylül 1847’de görülmüştü. Sadece bir gün sonra Trabzon şehir merkezinde 300 kolera vakası görülmüş ve bunların üçte biri hayatını kaybetmiştir. Dahası, bu birkaç günlük tecrübe bile Trabzon halkı arasında öylesine büyük bir paniğe neden olmuştur ki, İngiliz konsolosu Stevens’a göre şehir halkı büyük oranda şehri terk etmiş ve şehir civarındaki köylere sığınmıştı. Trabzon şehri kolera ile Kırım Savaşı döneminde bir kez daha karşı karşıya gelmişti. Kaynaklara göre hastalık en etkin olduğu günlerde günde 26 kişinin ölümüne neden oluyordu. Aynı şekilde 1856 yılının sonlarında da şehirde kolera vakaları görülmeye devam etmişti. Kaynaklarda belirtildiği üzere koleranın Trabzon’a bir diğer ziyareti Temmuz 1865’te olmuştu. Hastalığın şehirde gelişim sürecine bakıldığında, ilk belirti İstanbul’dan Trabzon’a gelen bir Rus buharlısındaki bir yolcu Trabzon karantinasında hastalıktan dolayı ölmesi ile görülmüştü. Daha sonra hastalık İtalyan buharlılarında ve takip eden Osmanlı buharlı gemilerinde ortaya çıkmıştı. Bu şekilde limana gelen gemilerin pek çok kolera şüphelisi yolcuyu Trabzon’a getirmeleri üzerine karantina binası karantina altına alınan yolcular için yetersiz gelmişti. Bunun üzerine hastalar sahile yakın özel evlere yerleştirilmişlerdi. Ancak bu da hastalığın şehre yayılması tehlikesini ortaya çıkarmıştı.

Trabzon şehri 1892’de bir kez daha kolera salgınlarına maruz kalmaya başlamıştı. Trabzon’da yeniden ortaya çıkan kolera hastalığı, 1881-1896 dönemlerine denk gelen beşinci pandemisinde hızla Hindistan dışına yayılarak yüz binlerce kişinin ölümüne neden olmuştu. Bu salgının bir devamı olarak hastalık öncelikle 1892-1893 yıllarında Rusya’da etkili olmuş ve Karadeniz’de işleyen gemiler ile Temmuz ayında Trabzon’a da sirayet etmişti. Jeopolitik konumu itibarı ile Trabzon 19. yüzyılda imparatorluğun en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Gerek deniz yolu ile diğer önemli limanlar, gerekse de kara yolu ile İran’a kadar uzanan bir bölge ile bağlantılı olması itibarıyla şehir salgın hastalıkların kolayca sirayet ettiği bir yerdi. Önceleri veba olarak kendini gösteren bu salgınlar, daha sonra yerini koleraya bırakmış ve şehirde önemli yıkımlar yapmıştır.

Trabzon’da çıkan kolera salgını Karadeniz bölgesinde aksaklıklara sebep olmuştur. Özellikle hububat rekoltelerinde yaşanan düşüşler temel besin maddesi olan ekmeğin ve buna bağlı olarak ta tüm temel gıdaların fiyatlarının yükselmesine neden oldu. Bu tür durumlarda en büyük zorluklar Trabzon ve iç kısımlardaki kasaba ve köylerde yaşanıyordu. Ortaya çıkan sefalet pek çok hastalığın ortaya çıkmasına neden olmakta ve bilhassa da fakir kesimleri etkilemekteydi. Trabzon’da yoğun biçimde kolera ölümleri görülmüş, bu durum paniğe sebep olmuştur. Bu sebeple Polathane Tahaffuzhanesinin karantina süresi uzatılmış ve eksikler tamamlanmıştır.

27 Temmuz 1892 tarihinde, Trabzon Polathane’de beşinci kolera salgını başlamış ve sonuçta ölümler görülmeye başlamıştı. Mikrop, korkulduğu gibi Batum’dan bulaşmış, Polathane Tahaffuzhanesinde karantina müddetlerini geçirenler arasında, ilk etapta 14 kişinin ölümüne yol açmıştı. Pulathane Karantinahanesi’nden dışarı yayılmasını engellemek için alınan tedbirlere karşın, hastalık 9 Eylül 1892’de Trabzon şehrinde de görülmeye başlanmıştı.

Önceki salgınlara göre her açıdan daha iyi hazırlıkların yapıldığı Trabzon, şehirdeki tüm doktorların katılımı ile bir sağlık heyeti kurulmuştu. Ancak yine de salgınları daha evvel tecrübe eden Trabzon halkının bir kısmı şehri terk etme yolunu tutmuştu. İngiliz konsolosu Longworth’un verdiği bilgilere göre şehrin yaklaşık olarak 40.000 olan nüfusunun yarısı şehri terk etmişti ( Diplomatic and Consular Reports 1893: 4). Osmanlı resmi rakamları ise vilayet genelinde bu dönemde 261 ölüm vakası olduğunu göstermektedir.

Trabzon halkına korku salan bu salgın ticari işlerin durmasına ve her kesimden geniş bir mağdur kitlenin oluşmasına neden olmuştu. Hastalığa yakalanan fakir kesimlerin sefaleti daha da artmış, şehirde pek çok meslek grubunu etkileyen bir yoksulluk ortaya çıkmıştı. Tüm bu tedbirlere rağmen 1892-1895 yılları arasında Trabzon ve çevresinde Ordu, Giresun, Ünye’de etkili olan kolera salgını önemli miktarda can kaybına neden olmanın yanında şehrin ticaret hacmini de küçültmüştü. 1892-1895 yılları arası Trabzon limanının ticaret hacmini oldukça küçültmüştür. Kolera salgını nedeniyle kordon altına altında kalan ve malî yönden sıkıntıya uğrayan balıkçı ve kayıkçılara II. Abdülhamid’in emriyle 100 altın lira tahsis edilmiştir.

İlk vukuatlar kısa süreli bir paniğe sebep olduktan sonra, Babıali’den Sıhhiye Nezareti’ne ve Trabzon’a gönderilen emirlerde, hastalığın orada söndürülmesi için her ne gerekiyorsa -hiçbir masraftan kaçınılmayarak- yapılması istenmişti. Ayrıca, İstanbul’dan Trabzon’a yeterli sayıda doktorun gönderilmesi, Karadeniz sahillerinden gelenlere karşı Kavak Tahaffuzhanesinde uygulanan karantina müddetinin uzatılması ve eksiklerin tamamlanması gibi acil tedbirlerin alınmış olması, salgının İstanbul’a sirayetinin önüne geçilebilmek amacıyla atılan adımlardı. Bunun yanında, yeni karantina tedbirleri uygulandığı gibi İstanbul’dan sağlık uzmanlarının gönderilmesine karar verilmişti.

Samsun’da görev yapan Doktor Constantin Laranas’ın raporuna göre 1893 yılı yaz mevsiminde Osmanlı toprakları, Karadeniz’in kuzey kıyılarında kol gezen kolerayla kuşatılmıştı. Hastalık Rusya’dan Trabzon’a sonra güneye yayılarak 1894 Mayıs başında Samsun’a ve yakınındaki Kadıköy’e sıçramış; Haziran sonuna kadar hastalığa yakalanan 100 kişiden 70’i ölmüştür. Bunun dışında Ünye’de koleraya yakalanan 33 kişiden 24’ü yaşamını yitirmiştir. Bu sırada Samsun nüfusunun yaklaşık 10 bin olduğu göz önüne alındığında bölgedeki salgının hafif atlatıldığı anlaşılmaktadır.

1871 SENESİNDE ORDU’DA İLK DEFA KARANTİNA TEŞKİLATI KURULMUŞTUR…

1892 yılında Ordu ve Giresun’da Trabzon’la aynı anda kolera, veba gibi salgın hastalıklar ortaya çıkmıştı. Meydana çıkan bu salgın hastalıkların ne olduğu resmi belgelerde açıkça belirtilmemiş olsa da o yıllarda daun denilen veba ve kolera hastalığının yaygın olduğu ve bu nedende çok sayıda insan öldüğü bilinmektedir. Bu nedenle Ordu sahilindeki iskele başlarında bulunan gümrüklerde ilk defa bir karantina ve tahaffuzhane kurulmuştur. Karantina görevi çok önemli ve üzerinde çok dikkatle durulması gereken bir konudur. Karantinada görevli bulunan memurun her gelen kişiyi dikkatle gözden geçirmesi muayene ve kontrol etmesi gerekmekteydi.

Deniz yoluyla Ordu’ya gelenler bir süre burada bu karantinalar da bekletilmekte ve üst-başları da buhar kazanlarda üretilen buharlı özel bir odada bekletilerek dezenfekte edilmekteydi. Bu nedenle Ordu’dan karayoluyla Sivas ve Samsun taraflarından gidecek eşyaların kabul edilmeyerek geri yollanması için çevre illere talimat yollanarak bu hususlara azami derecede dikkat edilmesi istenilmiştir.

Tahaffuzhane merkezine gelenler sağlık kontrolünden geçirilerek, ilaçlı tütsüleme işlemine tabi tutulurdu. Trabzon vilayetinde Polathane, Hopa, Hamsiköy, Ordu, Giresun, Ünye ve Samsun dâhilinde tahaffuzhaneler kurulmuş ve bu tip çalışmalar yıllarca yapılmıştı. Kolera türü salgın hastalık tespit edilen mahallin liman ve sahilinden gelen gemiler ile karadan gelen yolcular tahaffuzhanelerde on gün süreyle karantinaya tabi tutulurdu. Tahaffuzhanelerde karantina müddetini tamamlayan ve tıbbî muayenelerinde sağlam oldukları anlaşılanlara pratikaları verilirdi.

Trabzon ve Canik Vilayetlerinde birer karantina daireleri, Giresun ve Ordu’da birer karantina memuru ile birer gardiyan bulunuyordu. Bu meyanda Ordu ve Ünye’de karantinalara memurlar atandığı da görülmektedir.

1871 yılında Ordu Limanında kurulan Ordu Karantina Memurluğuna ilk kez Hacı Salih Efendi atanmıştır. Vona Limanına 1872 yılında kurulan Karantina Memurluğuna ise Vona Müdür Vekili İsmail Efendi vazifelendirilmiştir. 1872 yılından 1877 yılına kadar Ordu Karantina memurluğuna Müdür olarak Hacı Salih Ağa, Vona Karantina Müdürlüğüne ise İsmail Efendinin görevli olarak hizmet ettiği, Osmanlı dönemine ait resmi salnamelerinde görülmektedir. 1840’lı yıllarda kurulan Tahaffuzhaneler ise salgın hastalıkların yaşanmadığı sakin yıllarda pasif hale getirilirken salgın hastalıklar baş gösterince tekrar devreye giriyorlardı.

Ünye tahaffuzhanesinde karantina memuru olarak 1858-1859 yıllarında İzzettin Efendi, devletten 450 kuruş maaş almaktaydı. Ünye tahaffuzhanesinde yapılan karantina işlemleri için gardiyan olarak görev yapan Mehmet Efendi ise, 100 kuruş maaş almaktaydı. Tahaffuzhanelerin geliri ise karantinaya alınan insan ve hayvanlardan alınan vergilerdi. Nitekim 1858-1859 yılında Ünye tahaffuzhanesinden 455 kuruş rüsumat geliri elde edilmişti. Bu rüsumat geliri ile Tahaffuzhanelerin giderleri karşılanmakta, hasılat ise Maliye Nezaretine gönderilmekteydi.

1881 yılından 1895 yılına kadar Ünye’de ki Karantina Memuru olarak bu görevi Osman Efendi yürütmekteydi. 1901 yılında ise bu görevde Mahmut Efendi bulunurken,1902 yılında Ünye Karantina dairesi adıyla yeniden bir teşkilat kurulmuştu. Bu dönemde Ünye Karantina Memurluğuna da Sait Efendinin getirilmiş, kâtipliğine de Hakkı Efendi yerleştirilmişti.

Araştırmacı Yazar Yaşar Argan , “İpek Yolu Ve Ünye” adlı kitabında Ünye, Ordu ve Samsun’da uygulanan karantinaları; Osmanlı döneminden kalan yazılı belgelere dayalı olarak özetle şöyle anlatmıştır:

“… Osmanlının son döneminde Fatsa’dan Bafra’ya kadar sahillerin hastalığa bulaştığı, Bafra’da koleradan bir vaka olduğu ve Ünye’de hastalıklardan dolayı ahaliden bin kişi kadar nüfusun etrafa köylere kaçtığı, Samsun Karantina Tabipliğinden alınan telgrafta bildirilmişti. 20 Haziran 1894 tarihinde Sıhhiye Nezaretinden, Sadarete gönderilen bir yazıda, Bafra, Ünye ve Fatsa’da kolera hastalığının ortaya çıkması ahalinin hastalıktan dolayı sağa sola kaçmalarının hastalığı yayma tehlikesi olduğu ve bölgenin 10 gün karantina altına alınmasına rağmen 24 saat devamlı gözetim altında tutularak gelip gidenlerin doktorlar tarafından kontrol edilmesini istemişlerdir. Ünye’deki hastalıktan dolayı ahalinin etrafa yayılması hastalığın genişlemesine sebep olacağından Ünye’nin denizden ve karadan muhafazasıyla ahalinin öteye beriye kaçmalarına meydan verilmemesi Sadaretten isteniyordu. Sadaretten verilen cevapta Ünye’de kolera zuhurundan dolayı Karadeniz’deki bazı sahillere gidiş ve gelişler hakkında konulan önceki karantinanın bir derece daha genişletilmesi istenmiştir. Ünye ahalisinden bir takımı köylere kaçmış olduklarından mezkûr mahallin kara ve deniz cihetinden muhafazaya alınarak ahalinin kaçmasına meydan verilmemesi hakkında sıhhiye nezareti tezkeresi gereğince Trabzon ve Kastamonu Vilayetlerine bildirilmiştir.

Ordu hakkında yayınlanan Osmanlı dönemi salnamelerinde 1892-1893 yılında tekrar yayılan kolera veya veba gibi salgın hastalıklar için Ordu iskelesi ve gümrük çevresine kurulan tahaffuzhanede karantina memuru olarak Hacı İsmail Ağa görev yapmaktaydı. 1897 yılından itibaren Ordu karantinası memuru olarak salnamelerde Tevfik Efendinin 1905 yılına kadar görev yaptığı görülmektedir.

HASTALIKLARA GEÇİT VERMEYEN KARANTİNA ADASI: TAHAFFUZHANE

Osmanlı, sağlık ve temizliğe çok önem veren dünyanın sayılı medeniyetlerinden birisiydi. Osmanlı Devleti'nin 1865'te Karantina Adasına yaptırdığı Tahaffuzhane, ecdadımızın temizlik kültürüne ve salgın hastalıklara verdiği önemi de de kanıtlar niteliktedir.

TDK'da Tahaffuzhane sefer sırasında, yolcu ve çalışanların arasında bulaşıcı hastalık görülen gemilerin karantina sürelerini geçirmeleri, gerekli sağlık önlemlerinin alınması ve hastaların iyileştirilmeleri için büyük limanlara yakın kıyılara kurulmuş sağlık kuruluşu olarak geçer. 1800'lü yılların başında dünyanın hemen her tarafına musallat olan kolera, veba, tifo, çiçek, sarıhumma gibi hastalıkların önüne geçmek için Osmanlı Devleti tarafından Tahaffuzhane kurulmuştur. 1823 yılında ilk karantina bölgeleri kuruldu. Fakat Türkiye Cumhuriyetine kadar sürecek Tahaffuzhane, 1865 yılında Urla'da bulunan bir adaya Osmanlı Devleti tarafından Fransızlara yaptırılmıştır.

Ticaret, yolcu, hac vb amaçlarla gelen gemiler ada açıklarında demir atar ve küçük teknelerle karaya taşınırdı. Yolcular eşyalardan farklı bir yerden Tahaffuzhaneye girerek kayıt ve ön muayene olduktan sonra duşa gönderilirdi. Önce kıyafetler çıkartılıp numaralı filelere konulur sonra da 360 derece dönebilen dolaplara yerleştirilirdi. Görevliler bu dolapları çevirerek gelen kişileri görmeden kıyafetlerini alabilirlerdi. Yolculara sabun havlu takunya gibi eşyalar verilir ve sterilize edilmiş su ile yıkanmaları sağlanırdı. Duştan çıkan insanlara dezenfekte edilmiş kıyafetleri geri verilir ve doktor muayenesine giderdi. Bu muayenede hastalığı olmayanlar yolculuğuna devam ederken hastalık belirtisi olanlar ise adada misafir edilirdi.

İnsanlar Tahaffuzhane'nin içerisinde dezenfekte olurken aynı anda eşyaları da aynı komplekste bulunan Tebhirhane'de dezenfekte edilirdi. Tebhir, buhar demektir. Yani Tebhirhaneye buhar odası da denilebilir. Burada ince bir detay bulunur. Tebhirhane'de 3 adet buhar kazanı mevcuttur. Birinci kazanda çamarşırlar yıkanırken 2. kazanda kıyafetler yıkanırdı. 3. kazanda ise ipekli kıyafetler yıkanırdı, çünkü 110 derecelik buhar ipeğe zarar verdiği için ve bu yolcuları mağdur edebileceği için, Osmanlı Devleti bir kazan daha koydurarak burada çeşitli ilaçlarla ipekli kumaşların bozulmasını önlemiştir.

Buraya gelen yolculardan bulaşıcı hastalığı olduğu tespit edilenler adada misafir edilmek üzere yerleştirilir. Yoğun çabaları sonucunda iyileşen yolcular seyahatlerine diledikleri gibi devam edebilirler. Hastalığı ağır olup da vefat eden misafirler için ise adanın arkasında mezarlık bulunmaktadır. Bu mezarlıkta birçok farklı milletten 350'ye yakın kişi yatmaktadır.

O dönemlerde meydana gelen hastalıkların bulaşmasındaki en yaygın yol fare, bit, pire vb hayvanlar gösteriliyordu. Bu hayvanlar gemiler yoluyla kolayca ülkelere girebiliyor ve hastalık yayabiliyorlardı. Bundan dolayı geminin dezenfektesi için bütün ambar kapakları ve kamara kapakları kapatılarak içeride kükürt ve gazyağına benzer bir maddenin dumanı kalıyordu. Bu işlem 3 gün tekrar ediliyor ve sonrasında kontrol ediliyordu.

Osmanlı arşivlerinde uzman olan Adnan Yıldız, Ordu kent gazetesi adlı internet sitesinde “Çambaşı Rüştiyesi ve Tahaffuzhanesi” adlı makalesinde, Ordu Çambaşı yaylasında bulanan iki adet Tahaffuzhaneden bahsetmektedir. Osmanlı kayıtlarında şikayet konusu da olan Tahaffuzhaneler özetle şöyle ifade edilmiştir.

“… Sultan II. Abdülhamit’in padişahlığı sırasında önemli faaliyet ve yeniliklerin yapılmıştır. O sırada Ordu Kazası Kaymakamı olan Mehmet Ali Bey de bu hizmetleri bir anlamda yapmak zorundaydı. Zaten kaymakam bu hizmetleri yaparken bir yandan da hakkındaki bir şikayet Sadarete (Başbakanlığa) kadar ulaşmıştı. Şikâyet konusu iddia şu şekildeydi. O yıllarda Çambaşı’nda iki tane tahaffuzhane bulunmaktaydı. Bu tahaffuzhanelerde yaylaya gelen hayvanlar ve yolcular sağlık muayenesinden geçiriliyor ve bulaşıcı hastalık görülenler ise karantina altına alınıyor ve yaylaya sokulmuyordu. Bu işlem mecburi idi. Tahaffuzhanede kontrol edilen her hayvandan ve insandan ise belli bir ücret alınmaktaydı. Çambaşı tahaffuzhaneleri ile ilgili Hamidiye’li (Mesudiyeli) Karanacakoğlu Mustafa tarafından Trabzon vilayetine gönderilen ve Valiliğin de Sadarete gönderdiği 2 Ekim 1892 tarihli telgrafa göre bu tahaffuzhanelerde bazı şahısların hayvanları muayene edilmeden geçiriliyordu.

Telgraftaki iddialara göre Çambaşı’nda daha sonra açılan ikinci tahaffuzhanede Kaymakamın baskılarına diretemeyen Doktor tarafından Şerif Ağa ve Dereköyzadelere ait yaklaşık 20 bin koyun kontrol edilmeden yaylaya salıverilmişti. Üstelik koyun âdeti de yarı yarıya kayıtlara girmiş ve ona göre az ücret alınmıştı. Mesudiyeli Karanacakoğlu telgrafında bu koyunlardan bulaşacak hastalıklardan dolayı hayatlarının tehlikede olduğunu ve koyunların yarısının parasının da kaymakam ve ekibi tarafından alındığını ima etmekteydi. İddialar hakkında ise derhal soruşturma başlatılmıştı. Sonucu ne oldu bilinmemektedir. Bu şikâyet telgrafı sayesinde Çambaşı’nda iki adet tahaffuzhane olduğu da ortaya çıkmıştır…”

SALGIN HASTALIKLARA KARŞI RADİKAL VE CİDDİ ÖNLEMLER ALINIYORDU…

Bu salgın dönemlerinde bulaşıcı hastalıkların yayılmasının önüne geçilmesi için tahaffuzhaneler dışında yine başka tedbirler de alınmıştı. Hastalığın salgın sürecini kontrol etmek için bir diğer önlem kordon uygulamasıydı. Bu uygulamaya göre hastalıklı olarak görülen mahallin dışarı ile bağlantısı kesilmekteydi. Bir idarî birim dâhilinde kolera vakası tespit edildiğinde hastalık mahalli ve ilgili idarî birimin sınırları güvenlik kuvvetleri tarafından kordon altına alınırdı. Kordon dâhilindeki ahalinin bazı tedbirler alınıncaya kadar diğer yerleşim yerlerine gidiş-gelişleri yasaklanmaktaydı.

Salgın dönemlerinde hastalığı yayılmasını engelleyecek diğer bir uygulama da karantinaydı. Salgının şiddetine göre değişen zamanlarda karantina uygulanmaktaydı. Bulaşık olarak nitelendirilen hastalıklı mahallerden gelen yolcular ve ticarî malları Sıhhiye Nezareti’nin bildireceği süre zarfında karantina altına alınırdı. Mürûr tezkiresi ve pratika da yolcuların karantina veya kordonlara takılmadan hareket edebilmesini sağlıyordu. Kolera vb. hastalık alanı bir liman şehri ise civar yerleşmelerin ticarî faaliyetlerine zarar vermemek için söz konusu hastalığın tespit edildiği liman deniz ve karadan kordon altına alınmakta ve bu limandan hareket eden gemilerin ve ticarî malların tahaffuzhanelerde karantina altına alınmaksızın diğer limanlara girişi çıkışı yasaklanmaktaydı.

Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına gelenler 10 gün karantinaya tabi tutulmaya başladığı gibi, Rusya’nın tüm Karadeniz sahillerinden çıkan gemiler için de tıbbi muayene uygulamasına geçilmişti. Osmanlı idaresinin bu esnada, Rus topraklarıyla karşılıklı geliş gidişlerin engellenmesi işinde kullanılan askerî gözetleme kayıklarının ihtarlarına uymayan ve akabinde bu görevli muhafaza müfrezelerinin üzerine ateş açanlara mislince karşılık verilmesine karar vermesi, dikkat çekici bir gelişmeydi. Ancak hemen sonra, bu uygulamanın Rusya ile Osmanlı Devleti arasında savaş çıkmasına sebep olabileceği düşünülerek, iki devletin karşılıklı müzakerelerle bu tip olaylarda ortak bir politika gütmelerine karar verildi.

Yine bununla alakalı olarak, sınırın Osmanlı tarafında tesis edilen Hopa ve Polathane Tahaffuzhanelerinde, ileride izdiham olabileceği hesaba katılmıştı. Rusya ile bu durumun görüşülüp buna göre o taraftan yoğun bir şekilde yolcu gönderilmemesi istenildi. 1892 tarihinden itibaren, Türk ve Rus sahillerinden geleceklerin, Sinop Tahaffuzhanesi’ne sevkine başlandı. Sinop Tahaffuzhanesinin açılısıyla hem hastalığın Karadeniz sahillerinden İstanbul’a sirayeti ihtimali azalmış, hem de Polathane ve Hopa Tahaffuzhanelerinin yükü hafiflemiştir.

1893-1894 İstanbul şehrinin etrafında kara bir bela gibi gezen koleranın, uzun bir müddet Osmanlı başkentine yaklaşmasına karantinalar imkân vermemiştir. 1893’ün ilk günlerinden itibaren, tüm Karadeniz’de koleranın hafifleyip yer yer sönmesiyle birlikte, Sinop’un da işi hafiflemiştir. Fakat Karadeniz’in kuzeyindeki sahillerde görülen kolera vakaları sebebiyle bu tahaffuzhane, zaman zaman takviye edilerek, İstanbul salgınına kadar ve bunun sonrasında hizmet vermeye devam etmiştir.

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDAN İTİBAREN VERİLEN TOPLUM SAĞLIĞI HİZMETLERİ…

23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'da TBMM'nin kurulması ile sağlık hizmetlerinin modern bir devlet görevi olarak ele alınmasının da temeli atılmıştı. TBMM Hükümeti kurulduğunda bir taraftan da Türk Milleti kurtuluş savaşını yapıyordu. Bağımsız ve milli egemenlik esasına göre yeni bir milli devlet kurulurken savaş yılları olması nedeniyle eldeki kıt kaynaklar en etkili ve ekonomik olarak kullanılmaya çalışılıyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Sağlık ve Sosyal alanındaki amacının, milletin sağlığını koruma ve güçlendirme, ölümlerin azaltılması, nüfusun artırılması, sosyal problemlerin ve salgın hastalıkların etkisiz hale getirilmesi olduğunu konuşmalarında sıkça belirtmişti.

Bu dönemde; Türk toplumunun yüksek düzeyde bir yaşantı içinde bulunması önemsenmiş; memleketin tüm sağlık ve sosyal yardım işlerini yürütmek görevi ve yetkisi Milli Mücadelenin başlangıcında Ankara'da kurulan ilk Milli Hükümet bünyesinde; TBMM kurulmasından dokuz gün sonra 2 Mayıs 1920 tarih ve 3 Sayılı Kanun'la kurulan Sıhhiye ve Muavennet-i İçtimaiye Vekaleti'ne (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı) adı verilmiştir.3.5.1920 tarihinde Dr. Adnan Bey (Adıvar) İlk Sağlık Bakanı olarak seçilmiştir.

Kurtuluş savaşı esnasında Bakanlığın çalışma alanı; sağlık problemleri yanında sosyal yardım hizmetlerini de kapsıyordu. Yapılacak işler bir programa konmaya ve bu program doğrultusunda yürütülmeye çalışılmıştır. Bunun yanında meclisteki hekim mebusların çoğu yaralı askerleri tedaviye koşuyorlardı.

Kurtuluş savaşı içinde yurdumuzda sıtma, frengi, çiçek ve trahom gibi hastalıklar bulaşıcı ve salgın halinde idi. Tifo, tifüs ve kuduz olaylarına da sıkça rastlanıyordu. Tüberküloz da yaygındı. Düzenli tıbbi istatistikler tutulamamasına rağmen bazı bilgiler de elde edilmiştir. Sözgelimi, kurtuluş savaşında askerler arasında sıtmalı oranı %40, halk arasında %50 veya daha fazla idi.

Sıtmaya karşı hastalara tedavi edici, sağlamlara koruyucu ilaç dağıtıldı. Sivrisineklerin ürediği bataklıklar kurutulmaya başlandı. Çiçek hastalığından halkı korumak için Sivas'taki kurumda çiçek aşısı yanında kolera, tifo ve kuduz aşıları da üretiliyordu. Kurtuluş savaşı başlarında İtalya'dan satın alınan çiçek aşıları, işgal altındaki Antalya'dan, kuduz aşısı ise İngiliz işgal güçlerinin kontrolünden kaçırılarak İstanbul'dan Ankara'ya getirilmeye çalışılmıştı.

1922-23 ders yılında ilk defa bayanlar tıp fakültesine öğrenci olarak girdiler. Salgın hastalıklarla savaşta 1922 yılında 337 hekim ve 434 sıhhiye memurunun göreve almıştır. Aşı konusunda Hıfzısıhha kuruluşu çalışmalarını başarıyla sürdürmüştü. Karantina idaresi milletlerarası bir kuruluş olmaktan çıkarılıp, doğrudan Sıhhiye Vekâlet’ine bağlanmıştı. 1922 yılında 20.000'den çok hastanın hastanelerde tedavi edilmiş ve laboratuvarlarda 30.000 tetkik yapılmıştı.

Cumhuriyet döneminin ilk Sağlık Bakanı olarak 30.10.1923 tarihinde göreve başlayan Dr. Refik Saydam'dı. 1923'e kadar zamanın şartları içerisinde yürütülen Sağlık Bakanlığı çalışmaları, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hızla ilerlemeye yönelmiş ve yeni bir statü ve güçle hizmet alanı, merkez ve taşra teşkilatı gelişmeye başlamıştı.

Uzun yıllardır bakımsız kalmış bir ülkede yaşayan kişilerin birikmiş ve felaket halini almış toplumsal sağlık problemlerini önleme ve bir düzenin temelini oluşturma yolunda TBMM döneminde önemli görevler yerine getirilmiştir. Buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti'nin çözmek zorunda olduğu en önemli problem, milli felaket denilen sıtma pek çok çocuk ve yetişkin insanın ölümüne neden olmaktaydı. Kalkınmayı başlatmak ve başarıya götürmek zorunda olan Atatürk cumhuriyetinin bu çabasındaki başarısı, öncelikle sağlıklı insan temeline dayanmaktadır.

Hâlbuki Türk halkı, uzun yıllardan beri bulaşıcı hastalıkların pençesinde her geçen gün sağlığını biraz daha yitirmiş, işiyle gücüyle uğraşamaz, üretemez duruma gelmişti. Sıtma, frengi, verem hastalıkları için gerekli ilaçları sağlamak mali yönden zor, yeterince gelişmiş bir teşkilatlanma içinde bu ilaçları halka ulaştırmak ve uygulamak başlı başına bir problemdi.

1923 yılında Türkiye'deki yataklı tedavi kuruluşlarının durumu şöyleydi; 950 yataklı tedavi, 3 devlet hastanesi, 635 yataklı 6 Belediye hastanesi, 2450 yataklı 45 özel idare hastanesi, 2402 yataklı 32 özel yabancı ve ekalliyet hastanesi olmak üzere toplam 6437 hasta yatağı 86 hastane vardı. Bir yatağa düşen nüfus 1920, 10.000 nüfusa düşen yatak sayısı 5,1’dir.

1923 yılında Türkiye Cumhuriyetin kurulmasıyla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, 3 devlet hastanesinde 950 hasta yatağı ile üzerine almış olduğu sorumluluğu yürütmeye başlamıştı. Öbür yandan da Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, İl Özel idarecilerince her il merkezinde kurulmuş bulunan ve önceleri "Guraba", sonraları "Memleket" hastanesi denen kuruluşların sağlık şartları ve idarecilik yönünden düzeltilmesi için yol göstermişti. Sağlık Bakanlığı bütçesine koyduğu yardım ödeneklerinden mali durumları kötü olan memleket hastanelerine yardım etmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında önemli bir sorun olan verem hastalığı ile mücadele ilk olarak 1923'de Bakanlığın istek ve onayı ile İstanbul Özel İdaresi'nce Verem Savaş Dispanseri açılmıştı.

1923 yılında ülkemizde toplam 554 hekim vardı. Bir hekime 19.860 nüfus düşüyordu. 100.000 nüfusa hekim sayısı 5'ti. Eczacı sayısı 60, bir eczacıya düşen nüfus 159.420, 100.000 nüfusa düşen sağlık teknisyen sayısı 5'idi. Ebe sayısı 136, bir ebeye düşen nüfus 80.880, 100.000 nüfusa düşen ebe sayısı 1,2 dir. Hemşire sayısı ise 42'tü. Bir tıp fakültesi vardı. Uzman hekim ve diş hekimi yoktu. Ülke nüfusu ise 12,5 milyondu. 1923 yılından başlanarak toplum eğitimi çalışmalarında afiş, broşür, kitap ve dergiler basılarak dağıtımı yapılmaya başlanılmıştı.

1933 yılı Cumhuriyetin kuruluşunun 10 yıldönümüdür. Refik Saydam Merkez Hıfzısıhha Enstitüsü'nde simple metodu ile kuduz aşısı üretimine başlanmıştı. İstanbul Emrazı Asabiye ve Akliye Hastanesi'nin yatak sayısı 1500'e çıkarılmıştı. Van'da ise Doğum ve Çocuk Bakımevi açılmıştı. İl Özel idareleri ve Belediyelere ait muayene ve tedavi evlerinin sayısı 90'a yükselmişti.

Cumhuriyet'imizin onuncu yılında yurdumuzdaki doktor sayısı 1.211, sıhhat memuru 1.306, hemşire 257, ebe 402'dir. 1929-1933 yılları arasında yatılı tıp öğrenci yurdundan toplam 137, küçük sıhhat memuru okullarından toplam 139 ve Şişli Çocuk Hastanesi'ndeki yatılı ebe öğrenci yurdundan 77 kişi mezun olmuştur. Yurdumuzdaki, eczacı sayısı 121'dir. Bir doktora 12.710, hemşireye 59.891, sıhhat memuruna 11.786, ebeye 38.289 kişi düşmektedir.

Sağlık Bakanlığa bağlı hastane ve dispanser sayısı 339 olup, buralardaki toplam yatak sayısı 9.187'dir. Harcamaları Genel Bütçeye ait 9 doğumevi olup bunların toplam yatak sayısı 205'tir. Bunlar; Ankara, Konya, Malatya, Kars, Erzurum, Van, Balıkesir gibi illerimizde bulunmaktadırlar.

24 Mayıs 1933'te Hususi Hastaneler Kanunu çıkarılmıştır. 31 Mayıs 1933'te çıkarılan kanunla üniversite reformu yapılmış, İstanbul Darülfünunu kaldırılıp Maarif Vekâletince yeni bir üniversite kurulması sağlanmıştır. Bu reformdan sonra eczacılık ve diş hekimliği tıp fakültesi gibi bağımsız fakülte ve okul olmuşlardır. Aynı yıl Türk Hemşireler Derneği kurulmuştur.1934 yılında yabancı ülkelere aşı yardımı yapılmış, 1935'te Trabzon da bir dispanser açılmıştır. Merkez Hıfzısıhha Enstitüsü'nde tetanos, difteri, gazlı kangren, şarbon, menengokok, dizanteri ve hemolitik serum üretimi, yapılmıştır. Çeşitli bakteriyolojik ve kimyasal analiz ve kontroller yapılmıştır. Farmakoloji şubesi kurulmuş, yerli ve yabancı ilaçlar ile diğer hayati ilaçların kontrolüne geçilmiştir.

1935'te doğum oranı binde 38,3, ölüm oranı binde 19,4 olmuştur. Bakanlığa bağlı toplam 43 kurum ve 5860 yatakta hizmet sunulmuştur. Bunlardan 13 devlet hastanesinde 3495 yatak, 9 doğumevinde 215 yatak, 1 göğüs hastalıkları hastanesinde 150 yatak, 3 ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde 1.600 yatak, 12 trahom hastanesinde 150 yatak ve 5 kuduz hastanesinde 250 yatak hizmet vermiştir. Türkiye çapında 176 kurum 13.038 yatak vardır. Bir yatağa düşen nüfus 1240 olmuştur. 107.977 yatak 722.169 ayaktan toplam 830.166 hasta tedavi edilmiştir. Laboratuvar ve röntgen muayene sayısı 95.789 olmuştur.

TÜRKİYE’DE SITMA, FRENGİ, ÇİÇEK, TİFO ve VEREM İLE SAVAŞ BAŞLATILIYORDU…

Sıtma hastalığı milli bir felaketti. Dalak ve kan muayeneleri bataklıkların kurtulması, sivrisinek yetiştiren çeltik sahalarının kontrol altına alınması ve ücretsiz kinin dağıtımı ile 1940 yılına kadar sürdürülen mücadelede sıtmalı oranı %50'lerden %11'e kadar düşürüldü. 1945'te 4707 sayılı olağanüstü "Sıtma Savaş Kanunu" ve Şubat 1946'da sıtma savaşını devamlı yürütmeyi öngören 4871 sayılı "Sıtma Savaş Kanunu" yürürlüğe girdi. Sıtma ile mücadelede 1946'da teknik DDT, 1949'da mazot ve petrol kullanılmaya başlanılmıştır.

1936'dan sonra verem hastalığından ölümler azalmaya başlamıştır. Verem Savaşı çalışmaları kapsamında 1940'ta 3 dispanserle 35.039 kişi muayene edilmiş, bunlardan 890 hasta tespit edilmiş 9828 radyolojik, 1539 laboratuvar tetkiki yapılmıştır. Bu sayı 1950'de 41 dispanser, 159.287 muayene edilen, 10447 hasta, 165598 radyolojik ve 18901 laboratuvar tetkikine ulaşılmıştır. Bakanlığın 1943-1947 yılları arasında yaptığı ölüm tespitlerinde veremden ölenler daima ilk üç sırada yer almış ve genel ölümlere oranı da ortalama %13,5 olarak tespit edilmiştir. 1944'te Samsun ve Denizli'de Verem Mücadele Derneği kurulmuştur. 1945'te Adana ve Eskişehir, 1946'da Rize ve İstanbul Fatih ve 1947'de Adapazarı'nda dispanserler açılmıştır. 1947 yılından itibaren Verem Savaşı Eğitim ve Propaganda haftaları düzenlenmiştir.

1947 yılında Biyolojik Kontrol Laboratuarı kurulmuş ve Enstitü bünyesinde bir aşı istasyonu hizmete açılmıştır. Ayrıca deri içi yolu ile uygulanan BCG-aşısı üretimine geçilmiştir. 1948'de ilk defa boğmaca aşısı üretimine geçilmiş ve viroloji ve virüs aşıları kurulmak ilk olarak inflüenza virüsü tipleri üzerinde araştırmalara başlanmış, bu arada tavuk vebası ve New-Castle virüsleri üzerinde çalışmalar yapılmıştır. 1950 yılına kadar aşı üretimi 18 çeşitle, serum üretimi 10, antijen ve allerjen üretimi 6, bakteriyolojik analiz ve kontrol 7, kimyasal analiz ve kontrolü de 6 çeşide ulaşmıştır.

Bulaşıcı hastalıklar kapsamında, çiçek hastalığı ile mücadelede yapılmıştır. 1956 yılındaki İran, Irak, Suriye ve Lübnan'da görülen çiçek epidemisi alınan tedbirlerle ve yapılan çalışmalarla ülkemizi fazla etkilememiştir. 1957'den sonra tek bir vak'a görülmemiştir. Kuduz hastalığından 10 yıldaki ölümlü vak'a sayısı da 120 olmuştur. Frengi ile mücadele için 1957'de Frengi Tedavi Yönetmeliği çıkarılmıştır. 1950'de 118.169 olan frengili sayısı 1960'ta 47.565'e gerilemiştir. Cüzzam ile mücadele için 27 Haziran 1957'de Ankara'da Cüzzam Savaş ve Araştırma Derneği kuruldu ve 1960'ta lepra mücadelesi başlatıldı. 1960'ta 1.206 lepralı kaydı vardı. Tifüs vakaları ise 1950'de 225 iken 1960'ta 10'gerilemiştir.

Verem savaşı konusunda 1950, 1953 ve 1960 yıllarında Verem Danışma komisyonu toplanarak değerli kararlar almıştır. 19 Mayıs 1953'te Ankara Atatürk Sanatoryumu hizmete açıldı. Bu yılda Trakya bölgesinde Edirne ilinde UNİCEF'le işbirliği ile BCG kampanyası başlatıldı ve 1959'a kadar 7.722.620 BCG aşısı uygulandı. 1950'de 41 dispanserde 159.287 muayeneden 10.447 hasta tespit edilmiş, 165.598 radyolojik, 18.901 laboratuvar tetkiki yapılmıştır. Bu sayı 1960'ta 106 dispanserde 682.622 muayeneden 8.772 hasta tespitine, 65.873 radyolojik, 315.827 mikrofilmi ve 93.466 laboratuvar tetkikine ulaşılmıştır. Verem savaş dispanseri sayısı 1952'de 11, 1959'da 67 olmuştur. Trahomla mücadele, devam eden kararlılıkla sürdürülmüştür. Refik Saydam Merkez Hıfzısıhha Enstitüsü'nde 1950'de yeniden BCG aşı laboratuvarı hizmete açıldı ve İnflüenza Laboratuvarı Dünya Sağlık Teşkilatı tarafından Milletlerarası Bölge İnflüenza Merkezi olarak tamamlanmış ve inflüenza aşısı üretimine başlanmıştır.

1955'te hekimlerimizin %52,8'i uzman hekimdi. 1950'de 910 olan diş hekimi sayısı 1960 ta 1.395 olmuştur. Ebe sayısı da 1950'de 2.001 idi. Ebe yetiştirmek üzere 1952'de İzmir, 1953'de Erzurum, 1954'te Malatya, 1955'de Antalya, Aydın ve Edirne, 1956'da Eskişehir ve Manisa, 1958'de Gaziantep ve Isparta ile 1959'da Ankara Doğumevi ve Kayseri Köy Ebe Okulları açıldı. Ayrıca 1954'te Keçiören Çocuk Esirgeme Kurumu Özel Hemşire Koleji açıldı. Köy Enstitülerinin sağlık memuru ve köy ebesi bölümleri 1954'te kaldırılmıştır. SSYB'na bağlı sağlık koleji sayısı 1950'de 62'den 1960'ta 68'e ulaşmış ve toplam 1322'si erkek 1017'si bayan olmak üzere 2339 kişi mezun olurken; 1952'de 2 olan sağlık okulu (köy ebe okulu) sayısı 1960'ta 14 olmuş ve toplam 2157 ebe mezun olmuştur.

1961 yılında S.S.K.'nın yeniden yapılanması kapsamında, bölge sağlık müdürlüğü, hastane, tam teşekküllü dispanser, ilk müracaat hekimi, kurum ilaçlarının alımı, araç ve gereçlerin standardizasyonu, meslek hastalıkları klinikleri ve hastaneleri, S.S.K Tıp Akademisi kurulması, genel sağlık sigortası, iş kazalarına yönelik sağlık hizmetleri konusunda çalışmalar yapılmıştır. 1979 yılında kurumun ilaç fabrikası deneme üretimine başlamıştır. 1960 yılında kurumun 10 hastane, 1 sanatoryum, 1 doğumevi, 8 dispanser ve 1 sağlık istasyonu yıllar içerisinde gelişerek 2000 yılında toplam yataklı tedavi kurumları olarak sayısı 118'e ve yatak sayısı 27.900'e ulaşmıştır. Türkiye'de yataklı tedavi kurumlarının 1923-2000 arası gelişmesi, 86 kurumdan 1226'ya, yatak sayısı da 6437'den 172.449'a yükselmiştir.

Sağlık eğitiminde tıp, eczacılık, diş hekimliği fakülteleri, Sağlık İdaresi Yüksek Okulu ve Sosyal Hizmetler Akademisi ve Gevher Nesibe Sağlık Eğitim Enstitüsü gibi Yüksek Öğrenim kuruluşları ve sağlık kolejleri kurulup, gelişmeye başlatılmıştır. Yataklı tedavi kurumlarının ve sağlık personelinin sayısı ve hizmetleri artmaya başlamıştır. Sosyal yardım hizmetlerinde yeni düzenlemelere gidilmiştir. Uluslararası kuruluşlarla ilişkiler daha da gelişmiştir. İlaç endüstrisi ve tıbbi cihaz sektörü gelişmiştir. Sağlık Bilgi Sistemleri geliştirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'nin 60, 70 ve 80'li yıllardaki siyasi yapısı her alanda olduğu gibi sağlık alanında da sürekli ve istikrarlı bir yönelişi mümkün kılmamıştır. Bu dönemde, 1980 sonrası bir hareketlenme gözlenmiştir.

Sonuç olarak, Dünya da sağlık problemini çözmüş bir ülke yoktur. Her ülkenin sağlık problemi ve öncelikleri farklıdır. İngiltere ve ABD'de sağlık reformları vaatleri seçim kozu olmuştur. Ülkemizin 1923 yılındaki sağlık personeli, sağlık finansmanı, sağlık kalitesi, sağlık sistemi, sağlık hizmetleri sunumu ve teşkilatlanması konusundaki ana problemleri hala devam etmektedir. Problemler şekil, sayı ve yaklaşım farklılığı arz etmektedir. Şu anda halkın sağlık sisteminden memnun olduğunu söylemek mümkün değildir. Şu anda sağlıkla ilgili sorunlarımız; önemli hastalıklar, çevre sağlığı, toplumsal, hizmetlerin kullanımı, örgütlenme ve yönetim, insan gücü ve finansman sorunlarıdır. Bu konudaki hedef ve stratejilerimiz; bulaşıcı hastalıklar ve bulaşıcı olmayan hastalıkların azaltılması, kaza, şiddet ve afetlerin sonuçlarının ve risk faktörlerinin azaltılması, bebek ve çocuk, üreme ve cinsel, ergen, yaşlı ve özürlüler ile ruh ve çevre sağlığının ve milli sağlık sisteminin geliştirilmesidir.

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar H. Naim Güney - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Ordu Olay Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Ordu Olay Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Ordu Olay Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Ordu Olay Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.