(Araştırma: Hüseyin Naim Güney )
Muhacirlik, 1916 yılı ilkbaharında Rize ve Batısında kalan yöre halkının Rus işgali nedeni ile yaşadıkları dramın diğer adıdır. Bir kaçış öyküsüdür muhacirlik; menzili bilinmeyen, süreci tahmin edilemeyen, uykusuz, aç biilaç, ümitsizlik ve korku içinde amansız bir yolculuktur.
Kafkaslarda ve Balkanlarda gelişmeler devamlı surette Osmanlı Devleti'nin aleyhine işleyerek 1914 yılında Birinci Dünya Harbi'nin eşiğine gelinmiştir. Bu yıldan önce meydana gelen göç hareketleri Anadolu'nun dışında gerçekleşirken, artık göç hareketleri bizzat Anadolu halkı için de geçerli bir durum haline gelmiştir. Bunun da en büyük sebebi, Rus işgalinin Doğu Karadeniz'e ve Doğu Anadolu'ya doğru yayılmasıyla insanların kendilerini emniyette hissetmemeleri ve can ve mal güvenliklerinden emin olamayışları oluşturmuştur.
Rus işgali neticesinde Doğu Karadeniz'de meydana gelen ve henüz işgal edilmemiş bölgelere yönelik bu göçler bir kişinin hayatım idame ettirebilmesi için gerekli asgari şartların ortadan kalkması dolayısıyla mecburi göç mahiyetinde kendisini göstermiştir.
Bilindiği üzere Ruslar, Trabzon merkez olmak üzere Doğu Karadeniz'i kendileri için önemli bir üs olarak görmekteydiler. Türklerin maneviyatını ve direnme gücünü kırmak için bölgenin ele geçirilmesi, Ruslar açısından diğer önemli noktalan oluşturmaktaydı. Bu devrede Osmanlı Devleti de güç şartlar altında Birinci Dünya Harbi'ne Almanya'nın yanında girmişti ve topraklarının genişliği sebebiyle birçok cephede savaşmak zorundaydı.
Bu cephelerden bir tanesi de Rusya ile ilişkili olmak üzere Kafkas Cephesi idi. Fakat Kafkas Cephesinde Sarıkamış felaketinin meydana gelmesi ve Osmanlı ordusunun burada çok sayıda askerini kaybetmesi, Rusların bu bölgede harekâtlarım, ummadıklarından daha kolay hale getirmiştir. Bunun üzerine gelişen Rus askeri harekâtı Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz'e doğru ilerleyince, Müslüman Türk halkı da göç etmekten başka çare bulamayarak, büyük ölçüde yollara dökülmüştü.
Rusya amaçlarına ulaşabilmek için ileri harekâta geçince özellikle Karadeniz sahil kesiminde yerleşen halk, henüz işgale uğramamış olan merkezlere yani batıya doğru göç etmeye başlamıştır.
1916 yılında Rusların işgal ettikleri bölgelerden iç Anadolu ve batı Anadolu’ya doğru 659.100 kişi “muhacir” sıfatıyla göçmek zorunda kalmıştı. Muhacirin Müdüriyetin bir raporuna göre ise bu sayı 868.962’dir.
Ekim 1916 itibariyle Samsun civarında Muhacirin Müdüriyetinden yardım alanların sayısı 79.100 olarak verilmekteydi. Savaş gibi olağanüstü koşullarda ne kadar insanın yer değiştirdiğini hesap etmek oldukça güçtü. Anlatımlar ve bazı arşiv verilerine göre Ordu kazasını kullanarak batıya doğru hareket eden muhacir sayısı 60 bin ile 80 bin arasında gösterilmekteydi.
Bunlardan yaklaşık 22 bin ile 25 bin arasında bir kitle Ordu kazasında savaş boyunca iskân etmiştir. 10 Ocak 1915’te başlayan Rus saldırıları karşısında Doğu Cephesi’nde ve Karadeniz bölgesinde oluşmaya başlayan muhacir akımına karşı Osmanlı Devleti, bir takım tedbirler almıştı. Muhacirlerin korunması, barınması ve iaşelerinin sağlanması için ülke üç mıntıkaya bölünerek muhacirlerin mağduriyetini önleyecek idari bir düzenlemeye gidilmişti. Ordu kazasının içinde bulunduğu mıntıka “Birinci Mıntıka” olarak adlandırılmaktadır. Birinci Mıntıka; Canik, Sivas, Elazığ, Diyarbakır, Musul vilayet ve livaları ve Trabzon havalisine cebren vuku bulacak sevkiyat merkez ve iskeleleriydi.
Pazar kasabası yakınlarında karaya asker çıkaran Ruslar, 8 Mart 1916'da Rize'yi işgal ettiler. Artık asıl büyük hedef Trabzon'du. Sahilde Of sınırına kadar gelmiş olan Ruslar hiç beklemedikleri bir mukavemetle karşılaştılar. Savaşın sonunda Ruslar 26 Martta Of’u, 14 Nisan'da Sürmene'yi ele geçirdiler. Rusların ordusu Of’ u işgal ederken donanması da Karadeniz'de yakaladığı yelkenlileri batırarak Trabzon'un deniz yoluyla olan bağlantısını kesiyordu.
13 Nisan 1916 günü, 18 gemiden oluşan Rus donanması Trabzon limanına geldi. Resmi binalar top ateşine tutuldu. Ruslar, işgal ettikleri mevkilerde bulunan ve ordu karargâhlarına yakın Türk köylerini boşaltarak köylüleri zorla gerilere sevk ediyorlardı. Her şeylerini terk ederek düşmanın çeşitli zulümlerinden perişan olan halk, namus ve canını bir derece emniyete alabilmek düşüncesiyle Trabzon'a gelerek boş buldukları evlere sığınmışlardı. Fakat burasının da işgalinin yaklaşmakta olduğunu gören halk için yeni bir muhaceret hiçte uzak değildi.
Stratejik bir liman olan Trabzon'u ele geçirmek üzere harekete geçen General Yüdaniç komutasındaki Rus kuvvetleri, 15 Nisan 1916'da şehre 18 km kadar yaklaştı. Ruslar, Türk birliklerini arkadan vurmak için Akçaabat'a asker çıkarmak üzereyken Trabzonlular şehri boşalttılar. Şehir 15-16 Nisan gecesi Türk halkının büyük çoğunluğunca terk edilmişti. Yerli Rumlar 18 Nisan'da Rus komutanlarına bir haber göndererek Türklerin şehri boşalttığını haber vermişler, dolayısıyla Trabzon'un topa tutulmamasını rica etmişlerdi. Ruslar böylece 18 Nisan akşamı herhangi bir direnişle karşılaşmadan Trabzon'a girmişlerdi. Şehirdeki Rum ve Ermeniler ise Rus askerlerini büyük bir coşku içerisinde karşılamışlardı. Hatta Rumlar, Rus karargâhına bir heyet göndererek onları şehre davet etmişler ve Trabzon Rum Metropoliti Hrisantos hemen harekete geçerek Rus komutanının da müsaadesiyle şehirde, çoğunluğu Rum olan yeni bir "Belediye Meclisi" kurmuştu…
KARADENİZ’DE 1916 MUHACERET DRAMI BAŞLIYOR…
Mart 1916 yılında Ruslar, Erzurum, Van ve Bitlis dışında Trabzon'a kadar olan bölgeyi kendi kontrollerine almalarını müttefiklerine kabul ettirince Trabzon'a baskıyı yoğunlaştırmışlardı. Erzurum'un düşmesi Trabzon ahalisinin göç hareketini hızlandırmıştı. Trabzon adeta tahliye edilmekteydi. Muhacirler nereye gideceklerim, nereye sığınacaklarını bilmedikleri halde yalnız düşmana esir olmamak, ırz ve namusunu korumak için bu yollarda en feci şekilde ölümü bile göze almışlardı.
Zira Rusların daha işgalden önce şehri bombalamaya başlaması halkın maneviyatım bozmuştu. Trabzon sokaklarında tellallar dolaşıyordu. Trabzon’da yaşayan sivil halk, kadın, yaşlı, çocuk, pür dikkat ve endişeli biçimde tellalların ne dediğini dinliyordu. Tellallar avazı çıktığı kadar “ Muhacirlik var, emir çıktı. Vali Cemal Azmi Bey şehir merkezini Ordu ya taşıyor. Halkın şehri boşaltması, Giresun tarafına doğru acilen yola çıkması, ayağına bağ olacak eşyayı burada bırakması, ancak çok aciliyeti olanları yanına alması, hayati ehemmiyette olanlardan başkasını yük etmemesi…” diye bağırdığını duymuşları. Rus ordusunun şehre girmesi an meselesiydi.
Bu sıralarda Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey, Yoroz'a kadar tüm iskân ünitelerinin tahliyesi emrini vermişti. Düşman yavaşta olsa Trabzon'a yaklaşmakta idi. Bunun üzerine Vali Cemal Azmi Bey, Ordu'da geçici Trabzon vilayetini kurmuştu. Trabzon vilayetine ait en lüzumlu dosyalar, defterler sandıklara yerleştirilip kayıklarla Ordu'ya taşınmaya başlanmış, Trabzon'dan daha önce Yoroz'a kadar vermiş olduğu tahliye emrini Giresun tarafına kadar genişleterek isteyen halkın şehri boşaltmalarını bildirmişti.
Şimdi, Trabzon’da yaşayan herkesin hayatta kalmak için ne yapacağına ne edeceğine karar vermenin zamanıydı. Lakin birçok insan panik ve telaşa kapılmış ne yapacağını bilmiyordu. Kör olası Büyük Harp, Kafkas Cephesi Trabzon a kadar genişlemiş, Rus donanması Karadeniz kıyısında saldırmadık liman, bombalamadık iskele bırakmamıştı. Rize düşmüş, Of halkı yirmi bir gün canlarını dişlerine takıp bedenlerini Rus ordusunun önüne siper etseler de, Sürmene, Araklı, Arsin, Şana ne kadar dirense de azgın sel önüne geleni devirmişti. Böyle giderse şehre girmelerine şunun şurasında çok az zaman kalmıştı. Hani mazlumların feryadı yeri göğü oynatır, kâinatı yakardı?
İnsanların büyük çoğunluğu yol hazırlığına başlasa da bazı insanlar gitmemek direnmek fikrini gündeme getiriyordu. Ama direnecek savaşacak Türk Müslüman nüfusu cephelerde çatışmanın tam içindeydi. Cephe gerisinde yaşayan kadınlar, yaşlılar ve çocuklar çareyi topraklarından ayrılmakta bulmuşlardır. Bu ayrılış köylerde de kentlerde de aynı iç parçalayıcı şartlar ve duygular altında gerçekleşmiştir.
Trabzon’da yaşayan birçok Rum ve Ermeni’nin evlerine bayrak astıkları ve sokaklara kadar inen çetecilerin iyice azıttığı görülür. Gemilerle Trabzon’dan ayrılanlar vardır; ancak yaşlı kadın ve küçücük çocuklar bu seçilmişler arasına giremez. Ayrıca Rus gemilerinin muhacir teknelerini bombaladığı haberleri de gelmektedir. Onun için arabayla gidebildikleri yere kadar gidecek; kayık, taka, motor ne bulursa onunla ilerleyecek işgal olmayan bölgelere ulaşmaya çalışacaklardır.
İki atı beslemek zor olduğundan bir atla dinlene dinlene gitmeleri daha doğru olacaktır. Aileler içinde yaşlanmış ve zayıf düşmüş olanlar kadın ve çocuklara eşlik edecektir. Zorlu yolculuk tecrübeleri olan yaşlılar gençlere en çok lazım olacaklar konusunda bildiklerini aktarır: “…Patates al alabildiğin kadar. Un al. Bunlar dayanıklıdır. Sebzeyi meyveyi yük etme. Bir de mavi demliği, şu kalan çayı al. Yolda şifa olur. Her an demleme, sadece gerektiğinde. Bir de kinin, ispirto, karbonat, sirke almayı ihmal etme…”
YOLLARA DÜŞEN ON BİNLERCE MASUM SİVİL İNSANI ZOR GÜNLER BEKLİYORDU…
Trabzonlunun elindeki malın çoğunu ayak bağı olur düşüncesiyle bırakmak zorunda kalmıştı. Çünkü böyle anlarda en işe yarar şey, paraydı… Birçok kişi ellerindeki işe yarayan bakır tencereleri sipahi meydanında satmaya çalışıyorlardı. Zorlu yolculuk için paraya dönüştürmek üzere elindekini satmaya çalıştığında da alıcı bulamamışlardı. Yerli halk zaten satıcıyla aynı konumdaydı. Rum ve Ermeniler ise zaten evlerde bırakılacak malzemenin kendilerine kalacağı düşüncesiyle bu mallara alıcı olmuyorlardı.
Bazı muhacirler yükte hafif pahada ağır ne varsa yanlarına alır, ertesi gün yola dizilirler. Son kez evine, bahçesine, oduna ocağına bakıp hüzünlenip gözleri dolup ağlıyordu Trabzonlular… Mart ayının başıydı… Yaşlı kadınlar, kışın her an geri gelebileceğinden böyle bir durumda uzayıp giden yollardan nasıl sağ çıkacaklarını, nasıl dayanacaklarını düşünüyorlardı… Bütün sokaklar, bütün mahalleler, bütün Trabzon halkı aynı yolculuğun sabahında aynı yöne akıyordu şimdi; batıya.
Daha şimdiden çocukların ağlaması ihtiyarların hıçkırığına, hastaların inlemesi tekerleklerin gıcırtısına karışmaya başlamıştı. Bu göç kafilesinin tamamına yakını, varlığın en zayıf yanı olan kadınlar ve çocuklardan ibaretti; bir de ihtiyar, hasta ve sakat erkeklerden. Trabzon’un bütün delikanlıları ise iki yıldan bu yana cephelere dağılmıştı. Yolculuğa refakat eden, muhacirlere yol gösteren kimse yoktu. Gece gündüz, aç açık, çoğu yerde arabadan inerek, gariban atı arkasından iteleyerek, sersefil, perişan, yolculuk yapan insanlar kim bilir kaçıncı gününde çaresiz elem katarlarına benziyordu.
Çoğunluk itibarıyla çocuk ve yaşlılardan oluşan muhacirler, kullanacak yol bulamadıklarından sadece ormanlık ve sık dikenliklerle dolu dağ yamaçlarından günde ancak 8-10 km’yi büyük zahmetler içinde geçmeye çalışırken yağmurların hiç eksilmediği bu bölgede çoğu zaman açıkta gecelemek zorunda kalıyorlardı.
Kasaba merkezlerinde bulabildikleri Muhacir Komisyonu temsilcilerinden kendilerine başlarını sokacak bir cami avlusu, boş bir ev, bir dam altı göstermelerini istemek için arkalarındaki kafilelere yakalanmamaları, önlerindeki kafilelerle yarışmaları, onları geçmeleri de gerekiyordu. Kendi şartlarında bir rekabet kaçınılmazdı. Bu, dev acı kitlesi Trabzon’dan çıktıktan on beş gün sonra Görele’ye kadar ulaşmışlardı. Görele’de Muhacirin Komisyonu tarafından gösterilen boş evlerde sızıp kalmışlardı.
Ancak ertesi sabah etrafa bakacak halleri olduklarında Rus ordusunun yaklaştığı, Görele’nin de boşaltılacağı duyurulmuştu. Üstelik Görele’den sonra araba yolu da yoktu; denizden gitmek gerekecekti. Hükumet güya sevkiyat merkezi kurmuştu, ama oraya vardıklarında laf söz kar etmeyecek derecede büyük bir insan seliyle karşılaşıyordu herkes… Can korkusu sırayı, saygıyı, edebi çoktan unutturmuş, kalabalık yekvücut, dalgalanan bir cinnet bedenine dönüşmüştü. İltimas tarafgirlik ve acımasızlıkla birleşmiş; savaş zenginlerinin yolu açılmıştı çoktan. Gemi hak getire! Kayıklar ise önce Göreleli memur aileleriyle doluyordu; gelen emir böyleydi.
Tarih anlatımlarına göre bu dönemde Osmanlı devleti organize etme kabiliyetinden yoksundu. Aslında bölgeden hızla ayrılmayı düzenlemek üzere bir Sevkiyat Merkezi kurulmuşsa da sevk edilecekler arasında görevli olanların kendi yakınları vardı. Zaten sınırlı olan imkânlar da çoğunlukla bu şekilde kullanılmış ve bölge halkı ikinci bir mağduriyetle karşı karşıya kalmıştı.
Bazı insanlar aileler kendi parasıyla kayık tutmak istediğinde fahiş bir fiyatla karşılaşıyordu. “ Biniyorsan bin, yoksa sırada bekleyen çok müşteri var!” cevabına karşılık veremeyen çaresiz on binlerce göçmen yola karadan devam etmek zorunda kalıyordu. Gerçekten bu zorlu ve acımasız ölüm yolculuğu esnasında muhacirlere yardım eden veya onları sömürmeye çalışan pek çok insan görülüyordu. İyi veya kötü ırklar yoktu; iyi veya kötü insanlar vardı.
MUHACİRLİĞİN EN AMANSIZ GEÇİDİ HARŞİT ÇAYI İDİ…
Muhacirliğin en amansız geçidi ise Harşit çayı idi… Hatta Rusların oraya kadar gelse bile öteye geçemeyeceğine inanılırdı. Açlık, yorgunluk ve can yakıcı soğuklar içinde derelerin sularına, çamurlara bata çıka ilerleyen bu cefalı yolcular, Harşit çayını geçerse başlarını bir hamiyetli vatandaşın evine sokacak, belki sıcak çorba içerek bir köşede uyuyarak yorgunluğunu çıkarabileceklerdi.
Lakin koca Harşit deresini karşıya geçmek lazımdı. Karadeniz coğrafyasının en hızlı, en haşin, en kuvvetli, en deli akan, en yol vermez derelerden birisi olan Harşit çayını görenler önce bir şoka giriyorlardı. Çünkü bu vahşi derenin köprüsü yoktu; halk, kelek denilen bir kayıkla dereyi geçmek zorunda idi. Ama üç beş kelek bu muhacir akınının hangi birine yetebilirdi? Dere kenarına toplanan muhacirlerden gözünü karartıp suya dalanların çoğunun boğulduklarını görülüyordu. Trabzon tarafından gelen göçmenler dere kenarına yığıldıkça yığılıyordu… Harşit deresinin vadisi adeta mahşere dönmüştü.
Karşıya geçme hırsıyla keleğe insanlar doluşmaya çalışıyorlardı. Keleğe binenlerin sayıları artınca, kelek alabora oluyordu… Dere kenarına biriken binlerce kadın erkek, çoluk, çocuk bu acı manzarayı görünce feryatlar göklere yükseliyordu... Alabora olmuş keleğin sahibi yeni ölüm yolcuları için aletini tekrar kenara çekerdi. Sanki biraz evvel içindekileri azgın suya veren bu değilmiş gibi, sanki bir cennet yolculuğu müjdelermiş gibi aynı keleğin kanlı sırtına binmek için insanlar tekrar canhıraş bir yarışa başlardı.
Harşit deresi kenarında bu dramı gören bazı muhacirler çayın az ilerde daha sığ bir yeri aramaya çıkarlardı… Harşit deresinin durulmasını beklemeye karar veren muhacirler ise ertesi sabaha kadar hiçbir şey yapamadan hazin sonlarını beklerlerdi. Diğer göçen muhacirler Harşit çayı başında şahit oldukları hadiseyi şöyle anlatıyorlardı: “… Sabahın ilk ışıklarında göçen bir kadının yanında küçük bir oğlu ve ineği vardı. Kadın oğlunu bizim yanımıza bırakıp; önce ineğiyle karşıya geçmeyi başarmıştı. Çocuğunu almak için geri dönerken karşıda bıraktığı ineğini daha önce karşıya geçen bazı muhacirlerin kaçırdığını gören kadın panikleyince birden dereye düşmüştü. Derenin akıntısına kapılan kadın birden suda kaybolmuştu. Daha korkuncu, bu ölümler kimsenin dikkatini çekmeyecek kadar sıradan bir hadiseydi. Küçük yetim çocuk yola devam eden muhacir kafilesinin yeni üyesiydi artık…”
Ailelerin yola çıktığı Trabzon-Ordu arası 181 km’dir. Yine bugün kara yolu ile 2-2,5 saatte alınan bu mesafeyi muhacirler, iç kesimleri tercih ederek ormanlık arazilerden tepelerden geçerek aşıyordu ve yolculuk günlerce sürüyordu. Yolculuğun psikolojik şartları bir yana fiziki ve sıhhi durum da içler acısıdır.
Göç eden birçok muhacir yollarda tifüs ve sıtmaya yakalanıyordu. Üstelik Rus ordusunun yerini de eşkıya takımı almıştır. Kadınlar, yaşlılar, çocuklar çoğu sıtmaya yakalanmışlardı. Yola devam eden birçok muhacirin yiyecekleri bitmiş; günlerdir hiçbiri ağızlarına bir şey koymamışlardı.
ORDU KASABASINDA KALAN MUHACİRLER İÇİN YAPILANLAR
Karadeniz için bahar mevsimi demek bolca yağmur yağması demekti. Ordu’ya kadar ilerleyen muhacirleri yağmurun getirdiği bataklık, sazlıklar, çamurlar karşılamıştı. Trabzon Vilâyetinde en büyük sorun Ordu, Giresun ve Tirebolu'ya sığınmış olan 80.000'i aşkın muhacirin durumları idi. Bu kazaların zahire ihtiyaçlarının mühim bir kısmı Samsun'dan ve Sivas'tan temin ediliyordu. Hayvan hastalıkları ve askeriyenin hayvanları satın alması nedeniyle nakliye vasıtaları yok denecek kadar azalmıştı. Bu nakliyat, genellikle askerlik çağma gelmemiş erkeklerle, kadınların sırtlarında yapılıyordu. Bir kadın kar üstünde, arkasına 30-40 okkalık bir yüküyle 70-80 km mesafeyi kat ediyordu.
Akın akın Ordu Kazasına gelen muhacirlerin sorunlarıyla ilgili kaza merkezinde ve her nahiye merkezinde “muhacirin heyetleri” ve bu heyetlere bağlı olarak da “gezici takip komisyonları” oluşturulmuştu. Gezici takip komisyonları muhtar ve ihtiyar heyetleri vasıtasıyla muhacirlerle ilgili günlük gelişmeleri yazılı bir takım defter ve tutanaklarla nahiye ve kaza merkezine ulaştıracaklardı…
Bu kayıtlarla amaç; her türlü gelişmeden kaza merkezini haberdar ederek düzenin sağlanmasına katkı sağlamaktı… 28 Ağustos 1332 tarihli ve 613 numaralı yazı suretine göre Ordu Muhacirin Komisyonu’nu oluşturan kişiler şunlardı:
İstinaf Reisi Hilmi Beyefendi, Belediye Reis Vekili İsmail Bey, Sıhhiye Müdürü Sadreddin Bey, Kazazzade Hüseyin Efendi, Furtunzade Hacı Harun, Şiran Kaymakamı Fevzi Efendi, Torul Mal Müdürü Mehmed Efendi. Bu komisyonlardan gelen yazılar doğrultusunda muhacirlerle ilgili olarak genel bir şikâyetler listesi oluşturmak mümkündü. Buna göre; muhacirler arasında zaman zaman asker kaçakları ve bakaya kalmış yetişkinler barınmaktaydı. Kendilerine çeşitli nedenlerle devlet tarafından maaş ödenenler, sahte bir takım vesikalarla ya da beyanlarla geliri olmayan muhacirlere ödenen ianelerden faydalanmak yoluna gidebilmekteydiler.
Genel olarak 1916-1918 döneminde muhacirlere iaşe sağlanmasında devletin kaynak yetersizliği ve bunun doğurduğu olumsuz sonuçlar bulunmaktaydı. Ordu kaza merkezinde muhacirlerin iskân edebilecekleri mekânlar, 1915 yılında ve 1917 yılında boşaltılan Ermeni ve Rum evleri oluyordu. Bu evlerde genellikle 5 Nisan 1916 tarihinde Trabzon’dan gelerek Ordu’ya taşınan Valilik memurları ve onların aileleri yerleştirilmişti.
Geri kalan meskenlere ise Doğu Karadeniz yöresinden gelen kent ve kasaba ahalisinin yerleştirildiği görülüyordu.. Bunların bir kısmı geldikleri yerlerde yürüttükleri zanaat ve esnaflıkla ilgili işlerini burada yeniden kurarak bir düzen oluşturmaya başlamışlardı. Köylere yerleşenler ise geldikleri yörede köylerde oturan ailelerdi. Bunlar yerleştikleri köylere göre boş bulunan alanlarda tarım faaliyetine ya da nakliye ve taşımacılık gibi faaliyetlerde bulunmaya başladılar.
1916-1918 döneminde Vali Cemal Azmi Bey, Ordu kazası çevresinde tarıma müsait olan bütün topraklarda muhacirlerin gıda ihtiyacını karışılacağını düşündüğü zorunlu patates ekimleri gerçekleştirmişti. Patates ekiminin yapılıp yapılmadığını denetlemek için güvenlik birimlerini denetime çıkartılmıştı. Bölge halkının ve muhacirlerin temel sorunlarından biri de salgın hastalıklardı. Ordu kaza merkezinde yer alan Gureba Hastanesi savaş sırasında genişletilerek salgın hastalıklara karşı bir merkez yapıldığı gibi Hilal-i Ahmer Cemiyeti ve bazı hastalıklarla mücadele için Samsun merkezli olarak oluşturulmuş kuruluşlar, zaman zaman Ordu kazası bölgesine gelerek tedavi çalışmalarında bulunmuşlardı.
Muhacirler, üzerlerinde bulunan "ana yadigârı" yüzüğe varıncaya kadar para yapacak her şeyi değerinin çok altında satarak elde ettikleri para, iaşe komisyonunun verdiği ekmek ve arasıra yapılan nakdi yardımla kıt kanaat geçiniyorlardı. Ancak ilerleyen günlerde fiyatların alabildiğine yükselişi, yapılan yardımın aksaması ve verilen ekmek miktarının yarıya indirilmesi muhacirlerin sefaletlerini tahammül sınırının üstüne çıkarmıştır.
Trabzon'un işgali üzerine Ordu kazasına gelerek valilik görevini sürdüren Cemal Azmi Bey'in Dahiliye Nezareti'ne çektiği 24 Ağustos tarihli telgrafı işin vahametini daha açık bir şekilde gözler önüne seriyordu. Telgrafta "Ordu, Giresun ve Tirebolu kazalarında bir dirhem bile un, buğday ve mısır kalmadığına" işaret ediyordu. Amasya ve Canik'ten un şevki devam etmezse Trabzon vilâyeti halkının ve Samsun ahalisinin açlık tehlikesinden kurtulması mümkün değildi.
Bütün meseleler bununla da bilmiyordu. Göç bölgelerinde muhacirin en büyük meselelerinden biri de giyim ve yakacak ihtiyacı idi. Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey, Ordu, Giresun ve Fatsa havalisindeki muhacirlerin iskân, iaşe ve istirahatlerine son derece itina olunduğunu ve yevmiyelerinin muntazaman verilmeye gayret edildiğim bildirmekteydi. Ayrıca ihtiyaçlı ve kimsesiz muhacirlerin hastane, yetimhane öksüzler yurdu, atölye ve şefkat yurdu gibi müesseselerde istirahatlerine dikkat edildiğini ve yine Server Kâmil Bey'in talebi üzerine Ünye'de çıplak kalan çocuklar için de elli kat çamaşır ve elbise gönderildiğini ve her veçhile muhacirlere iyi bakıldığım Dahiliye Nezaretine bildiriyordu.
Ordu ve Giresun'da bulunan muhacirlerin giyimlerini temin amacıyla valinin hanımının başkanlığında memur ve eşraf ailelerinden muhacirin elbise dikiş komisyonu oluşturuldu. Öte yandan kazalardaki yaşlı ve meyvesiz ağaçların kesilip, tüccardan fındık kabuğu toplanarak, bunlar muhtaç ailelere dağıtıldı. Bütün bunlarla 1916 yılının soğuk kışında muhacirlerin korunması amaçlanıyordu…
Fakat muhacir nüfusun yaşlılar, kadınlar ve çocuklardan meydana gelmesi, zaman zaman iaşe sorunu nedeniyle açlık tehlikesinin ortaya çıkışı, ölüm oranını artıran etmenlerin başında gelmekteydi. Muhacirlerin geldikleri yol üzerinde çok sayıda isimsiz ve kimliksiz mezarlar oluşturulduğu gibi Ordu kasaba merkezinde de muhacir mezarlığı oluşturulmuştu.
ORDU’DAN DAHA BATIYA GÖÇ EDEN MUHACİRLERDEN ACI DOLU HATIRALAR …
Ordu kazasında yerleştirilen bazı muhacirlerin buradaki koşulları kabullenmeyerek, çeşitli gerekçelerle daha da batıya gitmek istedikleri için göçe devam ediyorlardı. Bu amansız yolculuk dayanılmaz bir hal almıştı. Batı istikametine doğru durup dinlemeden mola vermeden ilerleyen kafilelerin içinde çıldıran anneler, kaybolan, ölen çocuklar vardı. Ölenlerini defnetmek; yoldan kalmak, kafileden uzaklaşmak demekti. Bazı kadınlar, ölen bir çocuğun defniyle uğraşırken kafileden kopup ve geri kalıyorlardı. Başıboş ormanlık tepelerde, güvenlik sorunu olduğundan asla kafileden kopmamak gerekiyordu.
Beterin daha beteri de vardı. Açlık susuzluk ve uykusuzluk, yoksulluk ve yorgunluk, hastalık ve yaralanmalar yetmiyormuş gibi muhacirler bir de eşkıyaların baskınları ile mücadele etmek zorunda kalıyorlardı. Tarihî kaynaklara göre köy, kasaba ve şehirlerden Türk askerleri, jandarma ve polis kuvvetleri çekilince; bazı gayrimüslimler silahlanıp başlarında erkekleri bulunmayan kadın ve çocukların yollarını kesip taarruza yeltenmişlerdi.
Muhacir gruplarının gece konakladıkları yerlere baskın düzenleyen gayrimüslim çetelerin saldırısı sonunda yaşanan korkunç bir katliamı muhacir bir kadın yıllar sonra; “Aman Allah’ım! Hiç bu kadar insanlık dışı hunharlık olur mu?” cümlesi ile yorumlayacaktı. Zira sağda solda yatan ölülerin, ağaç dallarına iplerle asılmış onlarca kişinin hali kolay kolay unutulacak gibi değildi. Muhacirler bunca acı ve ıstırabın içindeyken bir teselli gelmişti… Yol güzergâhı boyunca bazı bölgelerde bunlarla mücadele eden yerel silahşorlar eşkıyaların peşine düşmüş ve onlara göz açtırmamaya başlamıştı.
Deniz yoluyla muhaceret edenler arasında yer alanlardan birisi de Akçaabat Müftüsü İzzet Efendi ve ailesiydi. İzzet Efendi’nin oğlu Ali Şakir Ağanoğlu, hatıralarında Akçabaat’tan başlayıp Sinop’a kadar uzanan muhaceret yılları ve dönüşleriyle ilgili birçok bilgi vermektedir. Ağanoğlu Ordu ve Vona’da geçirdikleri günlerle ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
“…Ertesi gün yola devam ve Ordu’ya kadar sağ salim vardık. Bir gece kaldığımız Ordu’dan kalktıktan sonra İlyas ve ben müthiş surette hastalanmışız. Giresun’a kadar yaya gelen ve orada bize iltihak eden Afife Teyzekızı Saniye ve gelini Latife ile on üç kişi yola koyulmuşuz. Küçük kayığın daracık kıç üstünde bu kadar kalabalık birbirini eziyormuş.
Bilhassa hasta olan biz küçükleri rahat ettirmek isteyen anneme karşı Afife Teyze hiç de iyi harekette bulunmuyor. Kendi rahatını bozmamak için anneme ve çocuklara eziyet etmekten çekinmiyormuş. Hastalığımız arttığından Vona’dan daha ileri geçememişiz. Vona’ya 9 veya 10 Ağustos gecesi inmişiz. Liman dairesinde bize tahsis edilen küçük bir odada yine annem onlardan (ailemden) önce Afife Hanım ve kızı yatak serip rahat etmişler. Annem, Vonalı bir kadıncağızdan gördüğü iyiliği hiç unutmaz. Bizim hastalığımızı anlattığı o kadın, yaptığı bir ilaçla bizim iyileşmemize vesile olmuş ve Vona’da kaldığımız beş gün biraz felah ve salah bulmuşuz.
16 Ağustos sabahı Vona’dan hareket edip aynı gün Ünye’ye varmıştık. Dört beş gün Ünye’de, Abdurrahman Efendi’nin evinde misafir kaldık. Yolumuza devam edeceğimizden, yüklerimiz eşyamız kaşıkta duruyordu. Fakat birçok hemşerimizin Ünye’de bulunması, oranın nispeten bolluk olması ve bizim henüz hasta bulunmamız, tanıdıklarımızın ısrarıyla orada kalmamıza sebep oldu. Tamamıyla iyi olduktan sonra gitmek üzere, muvakkat bir zaman için Ünye’de kalmaya karar verdik. Liman dairesi istediğimiz zaman bize kayık temin etmeyi vaat etmişti. Kastamonu’ya yapılan kâğıtlarımızı Ünye’ye tahvil ettik. Ev tuttuk, eşyamızı boşalttık ve yerleştik. Ünye oldukça bol bir yerdi. Dâhili memleketlerden, köylerden her türlü yiyecek geliyordu. İş bol ve kasaba kalabalıktı.
Tuttuğumuz evin bir odasını Afife Teyze’ye, bir odasını da sonradan gelen Mithat Amca’ya vermiştik. Babam maaşını tazminen alıyordu. Ayrıca mevcut pahalılığı ve muhacirlik ahvalini nazarı itibara alarak, yaşayışımızdaki güçlüğü beyan ile dedeme bir eşraf aylığı bağlamışlardı. Vesika ile her gün ekmeğimizi de alıyorduk. Mithat Amcam her ne kadar iş yapıp ekmek satarak kendi ailesini geçindiriyorsa da, Afife Teyze kendi parasına hiç dokunmadan bizim üzerimizden geçiniyordu. Yalnız en mübrem ihtiyaçlarımız karşılandığından çocuklara fazlaca itina edilemiyordu.
Bilhassa İlyas ve ben henüz hastalıktan kalktığımız için, iyi bakılmaya muhtaçtık. Bunun için de annem bazı eşyalarını satıyor ve bize meyve vesaire yiyecek tedarik ediyordu. Annem her hafta aldığı birkaç kiloluk yoğurdu ayran yaparak, çıkardığı taze yağı çocuklara, bize yediriyordu. Ve ayranı da Halid ve Abdullah ağabeylerime çarşıda sattırıyormuş. Hem istifade, hem ticaret! Ayrıca köylülerden ucuza aldığı kestaneleri küçük diziler halinde kısmen sattırıyor, kar ediyor, kısmen de bize veriyormuş. İlyas ve ben Ünye’de iyiden iyiye kendimizi toparlamış ve canlanmışız. Hastalıktan kalkmış olmakla mütemadiyen yemekle meşgulmüşüz.
Ceplerimizde ceviz, kestane, elma, armut akşama kadar evde yer dolaşırmışız. Bazen de ben, ya da İlyas yalnız büyük dolaba gider ve kavurma teknesinden avuçlayabildiğim kadar alır yermişim. Annem beni o vaziyete yakaladığı zaman “Ne yapıyorsun?” diye sorarmış. Ben de “Hiç, burada bir şeycik yiyorum” dermişim. Elimle kıramadığım cevizleri kapı arasına sıkıştırarak kırarmışım. Böyle anlarda Halide ablam “Can” diye beni ararken “Can kapıda ceviz kırıyor” diye bağırırmışım. Bir gün Hacer ablam incir ağacından düşmüş; fazla incinmiş ve kendisini posta sarıp kaldırmışlardı. Abdullah ağabeyim her gün küçük sepetle ormana giderdi.
On günden fazla süren bir yangından sonra kuru dal ve kütüklerden mürekkep bir enkaz haline gelen orman evimize bir kilometreden daha yakın idi. Abdullah ağabeyim küçük sepetini sırtlayın ekmeğini aldıktan sonra arkadaşı Raif ile ormana giderdi. Topladığı kuru dallarla sepetini doldurduktan sonra ekmeklerini yerler ve öğlende eve gelirdi. Komşumuz ve hemşerimiz “Miço Bey, Asya Abla” ile duran ve ağabeyimden daha büyük olan bir çocuktu. Asya abla Raif’e iyi bakmıyor olacaktı ki, Abdullah ağabeyim ara sıra ona vermek üzere annemden fazla ekmek istermiş. Ormandan geldikten sonra Abdullah ağabeyim ayran satmaya gidermiş. Bir gün annem Asya ablanın evinde bulunuyormuş.
Fakir bir kadıncağız gelmiş. Asya ablaya “Hanım” demiş, “Dün yirmi yaşında bir kızım ‘ekmek ekmek’ diyerek can verdi. Bugün de bir çocuğum ‘bir kaşık yoğurt’ diye meleşiyor. Ne olur bana bir kaşık yoğurt verin ve hasta döşeğindeki çocuğuma götüreyim” demiş. Asya abla kadıncağızı azarlayıp kovmuş. Kadıncağıza çok fazla acıyan annem arkasından giderek onu alıp bize götürmüş.
Ekmek, meyve ve yoğurt alması için iki kuruş para vermiş. Kadıncağız dua ederek gitmiş. Gün geçtikçe hayat güçleşiyordu. Pahalılık artıyor, kıtlık baş gösteriyordu. Bizim gibi nüfusu çok olan kalabalık bir aile istikbalden fazla endişe etmekte haklı idi. Babamın ve dedemin aldıkları maaş kafi gelmediğinden ara sıra annem bir kısım eşyasını satmaya mecbur kalıyordu. Satacak bir şeyimiz kalmadığı vakit halimizin ne olacağını evin büyükleri fazlaca düşünüyorlardı. Öyle ya, harp devam ediyor, hiçbir taraftan sulh alameti belirmiyordu…”
Ordu ve Vona günleri hemen hemen bu yöreye gelen ya da yöreden geçen muhacir kitlesinin ortak yaşantılarını oluşturmaktaydı. Deniz yoluyla Akçaabat’tan Samsun’a geçen Muzaffer Lermioğlu, muhacirlikte yaşananlarla ilgi yazdığı eserlerinde birçok bilgi vermektedir. Bu yazılı bilgiler arasında Ordu ile ilgili açıklamalar da bulunmaktadır. Ordu Kasabasının 1916 tarihindeki yiyecek fiyatlarından, fiziki görüntüsü ve özelliklerini gibi birçok konuda bilgiler sıralamıştır. Ordu kasabasıyla ilgili olarak anlatılanlar arasında aşağıda yer alan satırlar, kasabanın o günlerde içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önemlidir.
“…Nüfus kesafeti bakımından yurtta birinci derecede önemli bulunan işgal sahasındaki halkın daha ziyade Ordu havalisinde birikmesi kente bağlı olan her kasaba ve köyün nüfus miktarını evvelkine nispetle asgari üç misline çıkarmıştı. Memleketin tekmil membaları milli müdafaa emrine tahsis edildiğinden elde halk ihtiyacını önleyecek herhangi bir vasıta ve evvelden alınmış bir tedbir yoktu. Sıhhat teşkilatımız aslında yok denecek kadar zayıftı. Buna rağmen buraya inhisar etmek üzere muhacirlerin sıhhatine Vali Cemal azmi Beyin himmetiyle azami dikkat gösterilmişti.
Halkın mühim bir kısmı Ermenilerden metruk evlere yerleştirildi. Teşkil edilen komisyonlar marifetiyle muhacirlere ekmeklik ihtiyaçları tevzi edildiği gibi yevmiye namı altında içtimai seviyesine göre nakdi yardım yapıldı. Umumi sefalet bidayette bir derece tahfif edildi. Yurdun bu köşeleri daha verimli topraklara maliktir. Bu sebeple hicretin ilk aylarında nispi bir bolluk ve ucuzluk göze çarpar…”
Kara yoluyla Ordu kazasına gelenlerin büyük bir çoğunluğunu köylü muhacirler ya da yoksul şehirliler oluşturmaktaydı. Bu fakir kitlenin muhacirlik yıllarında geçirdikleri zorluklar ve yaşantılarıyla ilgili olarak çok sınırlı bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgiler genellikle muhacirliği yaşamış kişilerle yapılan görüşme ve anlatılara dayanmaktadır. Bunlardan biri Hakkı Kalkuz (1908-2002)’un anlatımlarıdır. Hakkı Kalkuz ve ailesi Akçaabat’tan hareketle karayolunu kullanarak Ordu’ya gelmiştir. Kalkuz, gidiş yolunu tanımlarken yer isimlerinden ziyade bazen sahil boyunca yürüdükleri, bazen de iç bölgelerden geçerek Ordu’ya ulaştıklarını vurgulamaktadır. Yolculuklarını tanımlarken şu sözlere yer vermektedir:
“…O zaman gariplik vardı. Peşimize alabildiğimiz bazı şeyleri ineklerin, tosunların sırtına yüklerdik. Araba yoktu. Geride çok şeyimizi bıraktık, yiyeceklerimizi hayvanların sırtında heybe yaparak taşırdık. Hayvanların taşıdıklarının yanı sıra bizlerde taşıyabildiğimiz kadar erzakı da arkamızda taşıdık. Ve Ordu’ya indik. Ordu’da barınmalarıyla ilgili olarak da; “Onun bunun evinde kaldık. Onların verdiği yemekleri yedik. Ordu o zaman zengin memleketti, bize baktılar. İki sene kaldık…” ifadesine yer vermektedir.
ARAŞTIRMACI YAZAR SITKI ÇEBİ’DEN MUHACİRLİK ANILARI…
Ordu’lu Araştırmacı Yazar merhum Sıtkı Çebi tarafından yazılı olarak kendi eserlerinde göç anlatımlarına rastlanmaktadır. Sıtkı Çebi’nin yayınlanan bazı kitaplarında muhaceret ve göç ile ilgili yazdığı anlatılardan ilki “Bir Muhacir Çocuğunun Anlattıkları” başlığı altında yayınlanmıştır. Bu anlatımda sözü geçen şahıs Sürmene’nin Cigoli köyünden olduklarını, Rus işgali üzerine köylerini terk ederek, akrabalarının yaşadığı Ordu’ya doğru yola çıktıklarını ifade etmektedir. Bu yolculukta yöre halkının köylü ve yoksullarının takip ettiği yol kullanılmıştır.
Aralıklı, sahilden Trabzon, Akçaabat oradan dağların arkasından Beşikdüzü, Beşikdüzü’nden sahil boyunca Harşit Nehri’ne gelinmiş buradan tekrar dağların üzerinden ve arkasından dolaşılarak Giresun’a ulaşılmıştır. Giresun’dan sahil boyunca Ordu kasabasının doğusunda yer alan Melet havzasına gelinmiştir. Melet havzasından içeriye doğru ilerlenerek akrabalarının yaşadığı Bayadı köyüne geldiklerini anlatır. Anlatım şu söylemle devam eder:
“… Bir gün akşam karanlığında Melet’e geldik. Büyüklerimiz; burada kalalım da, gün gözü ile Ordu’ya gideriz, dediler. Melet’ten yukarı doğru bir düzlükte yattık. Sabahleyin karşıya geçip bir kıranda kaldık. Babam hepimizin buradaki bir köyde kalacağını söyledi. Vardık gittik. Bayadı denen köyde Kahyaoğlu Mustafa’nın mereğine yerleştik. Bu merekte birkaç gece kaldıktan sonra, orada bir oda yaptık. Yemeğimizi kapıda pişirirdi nenem. Geceleri de bu odada kalırdık. Sonra bu odaya ufak bir göz daha ekledik. Emicem Bayadı’nın Melet Irmağı’na bakan Kurul kayalıklarının yanında ev yaptı; biz de ona yakın durduk. Bayadı köyünde böylece tam üç yıl kaldık. Ben biraz daha büyümüştüm. Yanımızda bir, bir de katır vardı. 12 kardeştik. Babam Hasan Bayadı’da öldü, orya gömdük onu. Emicem de orada kaldı. Nenem de aynı mezarlıktadır. Biz Bayadı’da cumhuriyete kadar kaldık, Yunan Harbi başladığında hayvanlarımızla Bayadı’dan yola koyulup Çambaşı’na, oradan da Mesudiye yaylalarından, Koyulhisar’dan Sivas’a gider, Sivas’tan tuz yükleyip Ordu’ya getirirdik…”
Rahmetli Sıtkı Çebi tarafından yayınlanan ikinci anlatım Akçaabat’ın Kolyora köyünden (Çiçeklidüz) Yakup Eraydın’a aittir. Of savunması devam ederken köylerinden ayrıldıklarını, kendisinin 12-13 yaşında bulunduğunu, hayvanları ve taşıyabildikleri yükleriyle yola çıkarak Çarşıbaşı’na geldiklerini orada bir süre kaldıktan sonra Harşit Nehri’ni uzun bir bekleyişten sonra geçtiklerini vurgular.
Harşit’ten sonra sahilden ayrılarak dağların üzerinden Giresun’a indiklerini, içlerinde asker kaçağı bulunduğu için kasabaya girmeyerek kasaba yakınlarındaki Çelebioğlu Boğazı civarında Furtunlara ait arazide konakladıktan sonra geldikleri Ordu’da, muhtemelen askerlik şubesinde görevli olan dayıları vasıtasıyla önce Boztepe yamaçlarında yerleştiklerini oradan da Efirli’ye gittiklerini anlatır.
Buradan sıtma nedeniyle ayrılarak tekrar Boztepe yamaçlarına döndüklerini ve muhaceretten sonra Ordu’ya yerleştiklerini ve tekrar geri dönmedikleri bilgisini verir. Yakup Eraydın’ın Ordu’ya gelişleriyle ilgili anlatımı o günlerin bir yansıması olarak görülebilir. Ordu’ya giriş ve yerleşimle ilgili olarak Eraydın şu bilgileri veriyor:
“…Ordu’ya yaklaşınca sahilden ayrıldık; şimdi bilemiyorum, karanlıkta içeri doğru gittikten sonra, Çelebioğlu boğazı denilen yerden şehre yaklaştık. Bugünkü Furtunlar’a ait mezarlığın olduğu yerde ufak bir koruluk vardı. Karanlıkta bu koruluğa girdik ve orada yattık. Bizimkiler şehre girmekten korkuyorlardı. Çünkü kafilemizde birkaç asker kaçağı varmış. Dayım Ordu Şubesinde vazifeliydi. Ertesi sabah ona haber ettiler, geldiğimizi haber verdiler. O da bizleri o gece Boztepe’nin yamaçlarından geçirerek, gizlice şimdiki evimin yanındaki boş bir arsada bulunan harap bir eve yerleştirdi. 10 gün kadar burada kaldık, dinlendik.
Buradan ayrılarak, methini duyduğumuz Perşembe’nin Efirli köyüne gittik; orada bir semte yerleştik. Fakat buranın suyu bize yaramadı, hepimizi sıtma yakaladı. Bir evde, yan yana yataklarda yatardık. Sabahleyin bazılarının yataktan kalmadığını görürdük; yanına gittiğimizde, çoktan ölmüş olduğu anlaşılırdı…”
Muhacirlik yıllarında Doğu Karadeniz ahalisi çok perişanlıklar, acılar çekmiştir. Sürmeneli bıçak ustası İsmail Karaali'nin o döneme ait yaşadıklarını anlattığı anıları bu durumu çok açıkça gözler önüne sermektedir. "…Seferberlik ilanından sonra babam askere gitmişti ve bir sene soma büyükannem, annem ve kız kardeşlerimle birlikte muhacir olarak yollara koyulduk. Sadece bizler değil bütün insanlar akın akın gidiyorlardı. Rusların Bayburt'tan aşarak geldikleri ve bizin askerimizin bozulduğu haberi gelince ve buna Rus gemilerinin sahillerimizi bombalaması da eklenince muhacir sayısı daha da arttı. Artık yollar muhacirlerden tıkanma noktasına geldi. Biz sahilden yürüyerek Yomra'ya, oradan Akçaabat'a, oradan da Giresun'a kadar geldik.
Bu gidişlerimizde belli yerlerde hükümet adam başına bir kilo ekmek veriyorduysa da bu ihtiyaca yeterli gelmiyordu. Hali vakti yerinde olanlar deniz yoluyla giderken, bu yolu kullanamayanlar yine karadan Ordu'ya ve oradan Samsun'a kadar uzanıyorlardı. Artık muhacir sayısı o kadar artmıştı ki, geceyi geçirmeyi bırakın oturmaya bile yer kalmamıştı ve artık kıtlık da baş göstermeye başlamıştı. Asker arabaları içinde muhacirlere ekmek ve para yardımı yine de elden geldiğince yapılmaya çalışılıyordu.
Fakat bir süre sonra ekmek, yemek, yakacak odun bulabilmek çok güçleşti. Biz de annemle beraber ormanlara giderek odun yapıyor ve onları evlere satıp, karşılığında un ve yiyecek alarak geçimimizi temin edebiliyorduk. Bütün bunlara ilaveten sıtma, tifo gibi hastalıklar ortaya çıkmıştı. Dayımı tifo demlen bu hastalıktan yolda kaybettik. Belli bir süre sonra ben çobanlık yaparak eve destek olmaya çalıştım. Günler böylece büyük zorluklarla geçti ve nihayet Trabzon'un düşmandan geri alındığı haberi gelince, Samsun'da muhacir memurlarına gideceğimizi söyledik. Memurlar bizi vapura koyarak Trabzon'a yolladılar. Oradan Sürmene'ye geçerek bomboş olan evimize yerleştik…".
Yine muhacirlik günlerini görmüş baba adı Mehmet, anne adı Fadime olan ve yaşı 90'ı geçmiş Rıza isimli Akçaabatlı muhacir o zor günleri şöyle anlatmaktadır. "…Muhacir çıktığımızda babam Yemen harbinden kaçıp geldi. Ruslar buraya dağlardan gelerek, evimize doğru yanaşmaktayken bize kurşun attılar. Fakat kız kardeşimle beraber kaçarak diğer ev halkıyla dokuz göç olarak Büyükkaya mağarasına sığındık. Oradan Çal yaylasına çıktık. Artık aç, susuz, garip, sefil bir vaziyette muhacir gidiyorduk.
Hayvanlarımızın bir-iki tanesi yanımızdaydı. Fakat yolda onları çaldırdık. Çünkü insanlar aç bir haldeydi. Ordu'ya geldiğimizde muhacirlere tahıl verildiğini duyduk ve büyük bir caminin yanına gittik. Fakat burası ağlayan, bağıran muhacirlerle dolmuş vaziyetteydi. Nitekim tahıl da almadık. Açlık o kadar artmıştı ki artık ben yolda açlığa dayanamayıp ağlamaya başladım. Muhacirlik bizim için yaklaşık üç sene kadar sürdü. Soma Rus işgalinin sona erdiğini duyarak Trabzon'a doğru yola koyulduk. Sahilde Ermeni ve Rum çetelerinin saldırılan olduğundan, dağdan dağa aşarak Trabzon’a dönebildik. Döndüğümüzde de çok sıkıntılar çektik. Lâkin çok çalıştık, gayret ettik ve biraz olsun durumumuzu düzeltebildik".
Bu anlatımlar muhacirlerin hangi koşularda yolculuk yaptığını yansıtmaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, bu muhacirlik esnasında yatacak yer, pişirmeye yemek, kap, kaçak bulunmadığından insanlar samanlıklarda, mağaralarda, cami avlularında yata kalka yollarına devam etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Bazı muhacirler yollara düştüklerinde yanlarına inek, koyun gibi hayvanlarım da almışlardı. Bunları kimi zaman satmak, kimi zaman da kesip yemek zorunda kalmışlardı. Ayrıca açlık sebebiyle hayvanı olan ailelerden bu hayvanların çalınması da muhacirlik yıllarında sıkça görülüyordu. Döndüklerinde de muhacirler çok zorluklarla karşılaştılar. Anne babasını kaybedenler komşularında veya çobanlık yapmak suretiyle bazı mal sahiplerinin yanlarında kaldılar. Döndüklerinde evler yıkık perişandı. Açlıktan çocukların ağladığı sıkça şahit olunan bir durumdu. Kuşkusuz birçok anlatımdan günümüze kalan bu dramatik ifadeler, muhaceret yılları Ordu kazası tarihi kadar, savaşın doğurduğu sonuçları yansıtması bakımından da çok önemlidir.
BAZI MUHACİRLER İNATLA SAMSUN’A KADAR YOLA DEVAM EDİYORLARDI…
Trabzon’dan çıkıp üç ay süren zorlu bir yolculuktan sonra Ordu’yu geçip Samsun’a kadar yola devam eden muhacirler de hayli çoktu. Samsun’a kadar binbir macera hastalık ve sefalet sonunda hedefledikleri menzile varabilen bu muhacirler de kentteki komisyonunun gösterdiği boş evlere yerleştiriliyordu.
Trabzon muhacirlerinin daha yoğun olarak bulundukları Samsun'da da durumları hiç iyi değildi. Muhacirleri ağırlamakta büyük güçlüklerle karşılaşılmaktaydı. Muhacir sayısının fazlalığı sebebiyle bu insanların ihtiyaçlarının tamamen mahalli imkanlarla karşılanması mümkün olamıyordu. Bu nedenle üretim yapacakları arazilerde, sanatkârlıklarına uygun yerlerde iskân edilmeleri yoluna gidilmişti.
Vesikayla çok kısıtlı biçimde dağıtılan ekmekten alıyorlardı. Esnaf ticari olarak bitmiş olduğundan ihtiyaç olan bir şeyin yanında ekstradan başka bir malzeme alma zorunluluğu da icat etmişlerdi. Mesela bakkaldan bir parça peynir almak isteyen; bir çuval da arpa almak zorunda kalırdı.
Çoğu muhacir bir dilim ekmek parası kazanmak için çalışmak zorundaydı. Belli başlı iş tutup barınacak yer ve geçinecek para elde edememiş olan muhacirlerin durumları pek fenaydı. Muhacirin çoğu işsiz, parasız, yersiz ve yiyeceksizdi. Bu nedenle açlık ve türlü hastalıklardan ölüp gitmekte idiler. Muhacirler iş bulmak için gittiği yerde kendilerinin dilenci olmadığına ikna etme zorunluluğuyla karşılaşıyorlardı.
Yiyecek o denli azalmıştı ki, askere dahi mısır ekmeği verilmeyip yağı çıkarılmış olan fındığın posasından yapılan ekmeği yedirmek zorunda kalınmıştı. O sırada gazyağı da bulunmamaktaydı. Ahali fındığın çürüklerini demir çubuklara geçirerek geceleri çıra gibi yakar odalarını aydınlatırlardı. Fındık bahçelerine yayılan aç göçmenlerin bazı otlan ayıklayarak yedikleri görülmüştü. Kir ve pislik içinde, yan aç, soğuktan, rüzgârdan, yağmurdan korunamayan bu insanlar her türlü hastalığa yakalanmaktaydılar ve ölüm oranı her geçen gün artmakta idi. O kadar ki Trabzon'dan 20 kişi olarak çıkmış bir aileden ancak 5-6 kişi dönebilmişti.
OSMANLI RUS SAVAŞ ININ BİTİMİNDE TRABZON’A GERİ DÖNÜŞ BAŞLAMIŞTI…
1917 yılında Bolşevik İhtilaliyle Osmanlı topraklarından geri çekilme kararı alan Rusya’nın bunu uygulaması da bir yıllık süreci gerektiriyordu.. Muhacirlere dönebileceklerine dair haber geldiğinde; Trabzon’dan ayrılışlarının üzerinden tam iki yıl geçmişti.
Savaş soması muhacirlerin dönüşleri tam bir düzen içerisinde olmamıştır. Hükümet gerektiği gibi tedbir alamamış veya aldıklarını yeterince uygulayamamıştır. Zira memleketlerinin kurtarıldığını duyan muhacirler bir an önce memleketlerine dönmek için hareket etmişlerdi. Bu durum gerekli vasıtaların sağlanamamasına neden oluyordu.
Bu yolculuğa çıkanların bir bölümü yollarda tabiri caizse zayi olmuş, bir kısmı gittiği yerden dönememiş ama bir kısmı da zaten bir gün mutlaka geri gelmek üzere yola çıktıkları için vatan bildikleri memleketlerine eksik gedik dönmüşlerdi. Muhacirlerin bir kısmı ise gittikleri yerlerde kaldılar ve Trabzon’a doğru bir daha geri dönmediler.
Ayrıca salgın hastalıklar da yeniden ortaya çıkmıştı. Bölge insanı için göçün başlangıcı gibi sonucu da sefalet ve ölüm olmuştu. Geri dönenler kendilerine tahsis edilen gemilerle yola çıktılar. Onları Trabzon limanında büyük bir keşmekeş karşılamıştı. Liman sadece Trabzonlu muhacirlerle değil, Doğu Anadolu’ya geçecek olan diğer göçmenlerle de doluydu.
Rus işgalinin enkazı her yerde görülmekteydi. Trabzon’a dönüş daha organize ve çoğunlukla gemilerle yapılsa da salgın hastalıklar başta olmak üzere benzer sebeplerle pek çok kayıp verilmişti. Trabzon’dan yola çıkan birçok aile Trabzon’a hayli eksik dönebilmişti. Binlerce kadın, çocuk, yaşlı yollara ve olumsuz şartlara dayanamamış hastalanarak ölmüştü… Bu korkunç felaketle birlikte Karadeniz sahilleri İstanbul Boğazına kadar uzayan upuzun bir mezarlık hâline gelmişti.
İki yıllı aşan Rus işgalinden sonra Trabzon’da bazı değişiklikler meydana gelmişti. Şark Meydanında yepyeni, yüksek taş binalar yapılmış, Boztepe’ye tırmanmak üzere raylar döşenmişti. Meydandan şehrin içine doğru kocaman, geniş bir cadde açılmıştı. Büyük caddelerin şehri boydan boya yarması için dükkânlar, evler, küçük sokaklar, sokak aralarındaki küçük cami, mescit ve mektepler yerle bir edilmiş, şehrin Müslüman yüzü tarumar edilmişti.
Sokaklar, dingili kırık, ters dönmüş, yan yatmış arabalar; at ölüleri, tüfekler, kaması kırık toplar, konserve kutuları, zamanı geçmiş bozuk yiyeceklerle doluydu. Rus kalpakları, Rus tüfekleri, Rus çizmeleri, Rus vesaireleri tepecikler hâlinde her yerde görülmekteydi. Mahalle ve sokak isimleri bile değişmişti. Geri dönen muhacirlerin bu görüntüler karşısında hüzünlenip içleri bulanıyordu. Büyük göç dramını yaşayan Trabzon’lular ellerinden gelse Rus kelimesini lügatlerden çıkarıp atacaklardı. Ama Trabzon’da Rus’ların bu izleri kolay geçecek gibi değildi. Ve ki yangının külü hâlâ tütüyordu.
Muhacirler, genellikle 45 yaşının üstünde, askerlikten muaf olan erkeklerle kadın ve çocuklardan oluşmaktaydı. Bunların bir kısmı kendiliğinden yola çıkarken bir kısmı ordunun çekilmesi ile birlikte zorunlu olarak bölgeyi terk edenlerden meydana geliyordu. Bu nedenle yol güzergâhlarında ikişer kilometrelik mesafede memurlar bırakılarak muhacirlerin sağ salim güvenli bölgelere sevkine çalışılmıştı. Osmanlı Devleti, muhacir ve mültecilerle ilgili olarak uzun bir zaman diliminde örgütlenmeler oluşturmuştu.
Ordu kazasına yönelik olarak Doğu Karadeniz bölgesinden başlayan muhacerette, Ordu kazası hem yerleşim mahalli hem de geçiş mahalli olarak kullanılmıştır. 1916 yılı Mart ayından itibaren yoğunlaşan muhacir akını 1917 başlarına kadar sürmüştür. Trabzon ve yöresinden Ordu kazasına yönelen muhacir akını iki yol güzergâhı kullanmıştır. Bunlardan birincisi Trabzon ve Akçaabat gibi kent ve kasaba merkezlerinde oturup, hali vakti yerinde olanlarla devlet memuru konumunda olanlar, deniz yoluyla bölgeyi boşaltmışlardır.
İkinci grup muhacirler daha çok yoksul şehir ve kasaba halkıyla, köy ve kırsal alanda yaşayan insanlardır. Bu grup içinde yer alanlar, yanlarına taşıyabilecekleri yiyecek, giyecek ve hayvanlarını alarak ya sahil boyunca karayoluyla ya da bölgenin yayla yollarını kullanarak Orta ve Batı Karadeniz bölgesine doğru ilerlemişlerdir. Her iki grup muhacirden bir kısmı Ordu kazası çevresine yerleştirilirken, önemli bir kısmı Samsun, Sinop, Kastamonu, Adapazarı ve İstanbul’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada yerleşme ve iskân imkânı bulmuşlardır.
Bolşevik İhtilali ve Birinci Dünya Savaşı süreci takiben Doğu Karadeniz kökenli insanların önemli kısmı tekrar eski topraklarına ve mekânlarına geri dönmüşlerdir. Tüm bu zor yıllara rağmen bölge insanı moralsizlik, yokluk ve bıkkınlığa kapılmadan, bütün varlıklarıyla Millî Mücadele’nin içerisinde seve seve yer almasını da bilmiştir.
Birinci Dünya Savaşının yarattığı sorunlar, dramlar, göçler, hastalıklar, kayıplar aradan uzun zaman dilimleri geçmiş olsa da kolay kolay unutulmamaktadır. Bugün Batı ve Orta Karadeniz’de yaşayan insan profiline bakıldığında; Doğu Karadeniz’de yaşanan o büyük muhacerette göç ederek yerleşmiş birçok aile bulmak mümkündür. Büyük bir çoğunluğu geldikleri yerlerle ilgili olarak birçok anlatıyı nesiller arasında aktarırken masalımsı bir dünya tablosu oluşturmaktadır. Oysa yaşanan olaylar, olayları yaşayan kuşaklar için acı ve ıstırap vericidir. Aynı durum, kısa bir süreliğine de olsa Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ordu kazasında ikamet ederek sonra yeniden eski topraklarına dönmüş olan insanlar için de geçerlidir.
Birinci Dünya Savaşının yarattığı ağır koşulları yaşayan küçük bir kasabanın görüntüsünden, belki bugüne kalan bir iz bulmak pek de mümkün değildir. Fakat yaşanmışlıklar ve anlatımlar hiçbir zaman kaybolmayacaktır. 1914-1918 yıllan arasında, Anadolu'nun işgal edilmesinden dolayı göç etmek zorunda kalan ve bu göç esnasında yüz binlerce insanını kaybeden veya göç edemeyip bulundukları yerlerde istilâcılar tarafından kıyımdan geçirilen Müslüman Anadolu halkının dramlarının tam anlamıyla araştırılıp, konuyla ilgili yeterince tarihi ve güncel çalışma yapıldığım söylemek mümkün değildir.
Bugün yazıya geçirilmiş, yayınlanmış ya da yayınlanmamış birçok anlatım ve anılarda, savaşın getirdiği acılar halen varlığını devam ettirmektedir. Bu anılar bir şekliyle kayboldukları mekânlardan kalkarak “biz buradayız, yaşıyoruz ve yaşadık” anlatısıyla gelecek kuşakların hafızalarına doğru hikâye ya da roman olarak ilerlemeye devam edeceklerdir.
RUS İŞGALİ ve MUHACERET YAZISININ KAYNAKLARI:
GOLOĞLU, Mahmut: Trabzon Tarihi, Ankara, 1975 LERMİOĞLU, Muzaffer: Akçaabat-Akçaabat Tarihi ve Birinci Genel Savaş-Hicret Hatıraları, İstanbul, 1949. TARAKÇIOĞLU, Mustafa Reşit : Trabzon'un Yakın Tarihi, Trabzon, 1986. BEYOĞLU, Süleyman: “Birinci Dünya Savaşı'nda Trabzon (1914-1919)", Trabzon Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Trabzon, 1998, İPEK, Nedim: "Birinci Dünya Savaşı Esnasında Karadeniz ve Doğu Anadolu'da Cereyan Eden Göçler", 19 Mayıs ve Milli Mücadelede Samsun Sempozyumu, Samsun, 1994 KAYA, Erol: "Birinci Dünya Savaşı'nda Trabzon Muhacirleri", Trabzon ve Çevresi Uluslararası Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu, Trabzon, 3-5 Mayıs 2001 COŞAR, A. Mevhibe: “Bir Muhacir Hikayesi ”Urkiye” Karadeniz İncelemeleri Dergisi,2011. ÇİÇEK, Rahmi: “Birinci Dünya Savaşında Ordu Kazası” Karadeniz İncelemeleri Dergisi, 2014. TEKİR, Süleyman:” Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Rus İşgal Bölgelerinden Yapılan Göçler” Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi,2016. USTA, Veysel: “Tanıkların Kaleminden Rus İşgalinden Sonra Trabzon’un Durumu” Karadeniz İncelemeleri Dergisi,2014 AKSOY, Volkan : “Birinci Dünya Harbi’nde Doğu Karadeniz’de Muhacirlik” KTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi,2003.
Yorum yazarak Ordu Olay Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Ordu Olay Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Ordu Olay Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Ordu Olay Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Ordu Olay Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Ordu Olay Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Ordu Olay Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Ordu Olay Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.