Arı Sinemasına giden o yol, yağmur yağdığında ve kış aylarında hepten çamura belenirdi ve karbon monoksit kokardı illa da geceleri… Göz gözü görmez bir duman çökerdi bu mevsimde Eskişehir’e ve çevresindeki diğer denizsiz kentlere… Kütahya’ya… Uşak’a… Bilecik’e… Afyon’a…
“Üç harflilerin en güzeliydi aşk” ve o yıl vizyona giren “Eşkıya” filmiyle Şener ŞEN bir kere daha hatırlatıyordu ölümsüz aşkı! Eşkıya, uzun zamandır dibe vuran Türk Sineması açısından mihenk taşı bir filmdir. Kapısına kilit vurulma noktasına gelen Anadolu’daki birçok sinema salonuna Eşkıya can suyu olmuştur. Pamuk ipliğine bağlı eğreti aşklar Eşkıya’ dan sonra hizaya geçmiş, aşka saygı duruşu başlamıştır.
Eskişehir’de, Arı Sineması önünde, kemiklerimize kadar işleyen bir soğukta Eşkıya için sıra bekliyoruz… Aklımda Livaneli’nin “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” şarkısı… Ve kapalı mekânlarda sigara içilmesinin yasaklanacağı, Ankara Garı önüne 102 kişinin ölüp olay yerine “Olay Yeri” yazılı şeritlerin çekileceği ve “Tekbir” in “herkes canını korusun” manasına geleceği çağların çok uzağındaydık.
Kendimiz kadardı dilediğimiz dünyalar, ne bir eksik ne bir fazla! Kendimiz kadar bilir, kendimiz kadar yaşar ve kendimiz kadar yer açardık yanımızda… İyi de ederdik! Yine en çok maviyi severdim ve mavi kadardı tüm renklerim. Yanlarımız genişledikçe yalanlarımız da çoğaldı ve kontrolden çıktı hayatlarımız! Üzüldük! Vicdan azabına kapalı devre vicdansızlıklar gördük büyüdükçe ve kahırlandık. Sanırım; vicdan azabı, öldüren bir silah, kimse yanına yaklaşmıyor!
Hayallerimiz vardı herkes gibi ve “hayallerinden dönenin rüyası kırılsın” diye sarılırdık hayallerimize… Belki eksik, belki fazlaydı ama yüzde yüz bizimdi hayallerimiz!
Dünya da, ülkemiz de değişiyordu. Baş döndürücü bir hızla değişiyordu; değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilmez diye bellediklerimiz. Gümrük Birliği’ne girmiş olmamız, tüm yurtta ve yavru vatan Kıbrıs ile dış temsilciliklerde coşkuyla karşılanıyordu. Ve Avrupa Birliği’ne tam üyelik için müzakere çerçeve belgesinin kabul edilmesine dilimiz dahi dönmüyordu. Yani orası hayalden bile değildi.
Yine de yokluk vardı be! İnsanı incitmeyen yokluk yıllarıydı!
Memleketimizden uzaktık, uzak memleketlerin aralarındaki mahallelerde kiracıydık ya, bir zaman sonra o mahalleler de bizim oluyordu! İnsanoğlu işte, su misali, hangi kaba girse onun şeklini alıyor! O, ara mahallelerin eskimiş evlerinin, eskimiş duvarlarında eskilerden kalma, kırmızı yazılar vardı ve o kadar emindik ki o yazıları yazanların artık bu mahalleli olmadığından! Türkiye, koca bir çağı siliyordu hafızasından ve Birinci Sigarası artık son demlerini yaşıyordu, köşe bakkalların, camı paslı vitrinlerinde.
Sivas’ın ateşi daha küllenmemişti ve Hasret Gültekin türküleri çalardı, tek kasetçalarlı teyplerde, zırlaya cızırdaya… Yeni moda terörist modeliydi Aziz Nesin! İnsan, en çok da insana acımazmış yaşayarak öğreniyorduk işte!
İyi çocuklardık!
İnsanlığın vicdan haliydik!
Maddenin hiç hali!
“Evren atomlardan değil hikâyelerden oluşur” demiş ya Muriel Rukeyser, evrenin oluşumuna katkısı olmuş mudur hikâyelerimizin bilemiyorum ama devamı için bir toz zerresi kadarcık da olsa katkısı olmasını dilerdim.
Ve koca ülke üçüncü sayfa korkular yaşıyordu! Faili meçhuller, terör eylemleri, işkenceler, vıkır vıkır kaynayan Ortadoğu, yasaklar, baskılar, ekonomik krizler ve bitmek bilmeyen devalüasyonlar, işsizlik, maden ocaklarında diri diri gömülenler! Kolay ölümler ülkesidir burası o nedenle koskocaman isimleri vardır küçücük çocukların…
Şu koca evrende bir su damlası kadar hükmümüz olmadığının da bilincindeydik hani! Dünya diye bir gezegen de Birol diye bi organizmaydım işte, hepsi de bu kadarcık! Çağa ayak uyduralım derken, ayağımıza mı vuruyordu tüm çağlar, bilemedik!
Sevmek en kolayıydı ya, savaşmayı öneriyordu tüm muktedirler. Oysa turfanda sevebilirdik birbirimizi; her şeyiyle, tam mevsiminde, taptaze ve layıkıyla! Düşüyorduk, çok yüksekten daha yüksek bi yere düşüyorduk hep ve bitmedi o düşüşlerimiz, yazık! Kafası gözü yarıla patlaya bu çağlara evrildi ülkemiz.
“İyi” diye bir şey var mıydı? Hiç olmuş muydu mutlak “iyilik” ve yaşamış mıydı yüzde yüz “iyi insanlar” ? Yoktu işte, iyi de, iyilik de yoktu! Her şey kötüydü! Kötünün her haliydi.
En kötüydü!
Çok kötüydü!
Kötüydü!
Az kötüydü!
En az kötüydü!
İnsanoğlu ehven-i şer eyleyerek kötülük sinsilesinden işine geleni seçiyordu işte!
Baran, eskimiş bir eşkıyadır. Tam otuz beş yıl hapis yatmış ve içerideki yıllarda canına kasteden ağanın üç adamını mütemadiyen bitirdiği için hiçbir aftan yararlanamamış o nedenle de otuz beş yıl güneşsiz, topraksız, ağaçsız ve bulutsuz kalmıştı! Daha da mühimi aşksız! Otuz beş yıl boyunca sadece Keje için yaşamıştı. Çok dövmüşlerdi, ciğerinin birini içeride bırakmıştı ama ölmemişti, sırf Keje’yi son bir kere daha görmek ve sesini duymak için!
Kaldı mı öyle aşklar?
Eşkıyalık kaldı mı?
Bir ses, bir nefes için otuz beş yıl yaşamak! Hayata sadece ve sadece aşkla anlam katmak ya da hayatın anlamını aşkta aramak! Ve vuslata en yakın zamanda en yakınındakilerin ihanetini öğrenmek!
Baran, yağmur demekti Kürtçe’de… Ve Kürtçe, Adem’in günahı kadar yasaklıydı ve bu yasak Adem günahı kadar eskiydi. Adem’in günahından eski acıları vardı ülkenin ve Eşkıya o acıların tam da orta yerine doğuyordu bir yerde. Eşkıya aşka doğuyordu, Eşkıya aşkı doğuruyordu.
Baran, otuz beş yıl sonra öğrenecekti kendisine ihanet eden arkadaşının ihanet sebebini! İnsanlığın en tehlikeli buluşu para uğruna ihbar edilmiş ve en yakın arkadaşı göz koymuştur Keje’ye ve Baran, dünyanın en boktan kumpasına kurban gidip otuz beş yıl yatmıştır! Hırsı, intikamı ve tüm ahı Urfa’dan İstanbul’a giden bir trenin çığlığına takılır! Ardında otu beş yıldır vicdan azabı çeken ihbarcılarından birini “öldür beni Eşkıya, bitsin bu utanç” diye yalvarır bırakaraktan.
İnsan nerde olursa olsun gönlü hep kendi topraklarını çeker! Doğduğu yerle tanımlanması zor, muhteşem bir bağ kurar insan ve dirisi olmazsa ölüsünün doğduğu topraklara getirilmesini vasiyet eder… İşte Baran da, henüz nefes alırken, henüz gözleri görüp de aklı ererken, içinde, hatırası kadim dürbünü ve birkaç parça eşyası bulunan tahta bavulu elinde köyüne gelir… Tüm köy sular altında kalmıştır, çünkü baraj yapılmıştır ve baraj sularının dibindedir şimdi ölüsünü emanet edeceği doğduğu o topraklar. Baran şaşkın, çaresiz, debelenir durur baraj gölünün kıyısında, hani eliyle şöyle bi sıyırsa akıtacak tüm suları ve kurtaracak sanki köyünün camisini, okulunu, toprak damlı evlerini…
Baraj yapmak! Her akarsuyun önünü kesmek, zaman ve yer mefhumu gözetmeden daha çok kazanmak! İnsan dediğin su gibiydi be, hangi kaba girse şeklini alır, çekip giderlerdi başka yerlere ve yurt tutarlardı oraları, köyleri sular altında kalmış tüm köylüler… Gittikleri yerlere benzerlerdi bir zaman sonra.
Kazancı Bedih’in karbon monoksit zehirlenmesinden ölüp gideceği zamanlara daha çok vardı ve bir sıra gecesinde bariz Urfa şivesiyle türküler söylüyordu, yan tarafta çiğ köfte yoğrulurken.
Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar
Ciğerim yanıyor aney gözlerim ağlar
Benim bu derdime bulunmaz dermen aman aman
Gezme ceylan bu dağlar seni avlarelar
Aneyden bubayden yârden ayrı koyarlar
Kentlerin başındaki şu “Şanlı, Kahramanlı” sıfatları da sevmedim ha bir türlü. Bir de Afyon’a Afyonkarahisar denmesini… Kazancı Bedih, a’ları kısa söyleyerekten ve üst dudağı ile burnu arasına itinayla inceltilmiş bıyıklarıyla meşhur oluveriyordu Eşkıya ile…
Baraj suları altındaki köyüne delirmiş gibi bakan Baran’a yaşlı bir kadın yanaşır, bir değneğe dayanaraktan. Yıkıntılar arasından bir zombi gibi çıkar yaşlı kadın ve iyice bozulmuş gözlerini kısaraktan tanır Baran’ı ve hırlayan sesiyle ses eder… Ceren Ana, sanki otuz beş yıldır bu yıkıntıların arasında Baran’ı bekliyordu. Baran gelmeden ölmeyecekti sanki.
Ceren Ana’nın eceliydi Baran! Ecelini aşkla, bitmez tükenmez bir umutla beklemişti Ceren Ana…
Hırlayan sesiyle, son nefesinde vasiyetini verir gibi anlattı Ceren Ana köyün başına geleni… Baran’ın gözleri de yüreği de, Ceren Ana’nın çatlamış dudaklarından dökülen her cümlenin ardından çok uzaklara meyil etti ve “buralarda yaşanmaz artık. Benimle gel” dedi Ceren Ana’ya “kurda kuşa yem olursun burada” dedi Baran… Ceren Ana, tüm koşulları çoktan hesap etmişti oysa.
“Kurt kuş bizdendir oğul. Asıl kötülük başka yerden. Ben buranın delisiyem bi yere gidemem… Sen kötüye gidirsen, biliyem…”
Baran kötüye gidiyordu ve bin yıllık Ceren Ana, şu yeryüzündeki “iyiliğin” ve “iyi” nin belki de son temsilcisiydi. Kuşağından çıkardığı üçken muskayı Baran’ın boynuna takarken, bu muska boynunda kaldıkça bedenine kurşun değmeyeceğini fısıldıyordu. Öyle ya, iyiliğe dair bir parçacık emare varsa üzerinde, yüreğinde, işte o emarenin hatırına kötülük değmiyordu aslında, vicdanı olana!
Ceren Ana çirkin miydi?
Ya Baran! Kocamış suratı, otuz beş yıllık üstü başı, küf kokan ve esasında yaşayan bir ölü halleriyle çirkin değil miydi Baran? Ya Keje! Baran’ın, uğruna bir ömür adadığı aşkı, neye benziyordu ki?
Bütün mesele hürmet etmekteydi! Hürmet etmediğimiz hiçbir şey güzel değildi! Ceren Ana Baran’a, Baran Keje’ye, öyle sarmal bir hürmet vardı ve bu hürmetten dolayı Ceren Ana da, Baran da ve Keje de pek bi güzel geliyordu gözümüze…
Baran, geçmişteki bir aşkı dipdiri yaşayan ama bu günün de hakkını veren, geçmişinde çürümeyen bir adamdı. Geçmişinden sıyrılıp, tam otuz beş yıl sonra Urfa’dan İstanbul’a giden bir trenin ikinci, belki de üçüncü sınıfında buluyordu kendini… İçinde, hatırası büyük dürbünüyle tahta bavulu, sırtında etekleri uzun, haki, iyice eskimiş paltosu ve paçaları dizlerine doğru iyice kısa toprak rengi kirli pantolonu ve yüreğinde dipdiri aşkıyla.
Trende tepeden tırnağa uyuşturucu işine bulaşmış Cumali’yle tanışır ve İstanbul’a geldiklerinde polis baskınından kurtulmak için elindeki uyuşturucu dolu bavulu Baran’ın eline tutuşturup, dediği adrese Allah rızası için getirmesini isteyerek postu kurtarır Cumali ve bu sayede de esas hikâye başlar.
Ying Yang misali, her kötünün içinde biraz iyilik, her iyiliğin içinde bir az kötülük vardır… Cumali, tepeden tırnağa suçlu ve pisliğe bulanmışken, Baran onun içindeki o iyi çocuğu da görebildiydi. Zamanında evlenmiş ve de çoluk çocuk sahibi olabilseydi Baran, şimdi şu Cumali kadar oğlu olacaktı be!
Uyuşturucu dolu çantayı kulağına fısıldanan yere götürür Baran ve Cumali’nin canını kurtarır. Keza mallar, can ile beslenen bir çeteye aittir. Baran’a bir can borçludur Cumali ve Tarlabaşı’na, yaşadığı yere, getirir, konakladığı otele yerleştirir. Otel de öyle bir hikâye ki; hayatın hayati organlarına saplanmış bir kıymık gibi hayat sürenlerin hayat hikâyeleri… Oyunculuk yapan ama artık iyice yaşlanıp bir de hastalandığı için işe yaramaz asil bir adam, babası büyükelçiymiş…Sovyetler Birliği’ndeki komünist rejimden kaçıp Türkiye’ye sığınan ve şimdilerde iyice yaşlanmış bir Rus, fahişelik yaparak hayata tutunmaya çalışan kendine ve küçük oğluna bu biçimiyle bakan bir hayat kadını…Şimdi de Baran!..Tarlabaşı, yozlaşmış İstanbul hayatının en baba örneğidir ha! Eşkıya filmi bu yönüyle de sağlam bir sosyolojik tespittir.
Artık İstanbul kazan, Baran kepçe, Keje’yi arayacaktır. Ne yana gidecekti Baran? Nerede arayacaktı?
Keje diye biri, adres; İstanbul!
O, sadece yüreğinin sesini duymaya çalıştı. Baran, yüreğinin sesiyle bin yıllık aşkını, iyice yozlaşmış İstanbul sokaklarında ararken ve kadim dürbünüyle insan insan tararken sıcacık oluveriyordu yüreğimiz, iyice buz tutmuş ülke gündeminde…
Kasım mıydı?
Ya da kasımla ocak arası bir aralık mıydı? Kasım’la ocak arasındaki aralıktan mı girmişti aşk? Ey aşk! Aşk olsun!
Yakası kürklü paltom ve balıkçı yaka gri kazağımla, kıyıları çamurlanmış kırk bir numara postallarımla, pek bir üşüyordum! Üşüyen sadece ellerimiz ayaklarımız mıydı? Değilmiş, Eşkıya’yı izleyip de yüreğimiz ısındığında ve film müziklerinden oluşan kasetlerin de satış rekorları kırmasından anladık Eşkıya’nın ömrümüzü de ısıttığını. Artık daha bir çekinerek ve de temkinli dinler olduk “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz “ şarkısını, Livaneli kusura bakmasın yani.
İlla da Baran gibi olacak varsın da “Eşkıya dünyaya hükümdar olsun”
“Eşkıya dünyaya hükümdar olsun!”
Berfo, Baran’ın altınlarına el koyup, Baran’ı da jandarmaya gammazlayıp, Keje’yi alıp İstanbul’a kaçmış, tam otuz beş sene evvel… Keje’yi kendine eş, altınları da sermaye etmiş ve büyük bir iş adamı olmuştur ya, tekerlekli sandalyeye ve oksijen tüpüne bağlı olarak hayatını sürmek zorunda kalması belki de gizli mesajdı! Yani, hayat diyordu ki; bu dünyadaki kötülüklerin hesabı ama öyle ama böyle, bu dünyada görülür. Burnundan hortumlarla, tekerlekli sandalyesinin sırtındaki oksijen tüpüne bağlı bir hayat süren Berfo’nun beynini yavaş yavaş tüketiyordu oksijen! Bu haline rağmen, yine de milyonlarca insandan daha uzun ve iyi bir ömür sürmüştü, tuhaf! Yaşayanlar bir gün elbette ölüyordu ya, parası olan mümkün olduğunca uzun yaşıyordu be! Erken ölmek, dünyada muradı kalarak ölmek yoksula hastı.
Otelin lobisinde haberleri izlerken Berfo’nun adını sanını değiştirmiş ve bir iş adamı olmuş haliyle verdiği demeçle tanır geçmişini Baran! Geçmişi, ansızın çakan bir şimşek gibi, gök gürültüsü gibi, hiç hesapta olmayan bir sağanak gibi gelir ve bulaşır Baran’ın gözlerine, ellerine, yüzüne!
Berfo’ya Allah “yürü ya kulum” demişti… Bir zamanların kıçı yamalı Berfo’su afili bir ad yakıştırmış kendine ve şatodan hallice bir evde, korumalar bilmem neler eşliğinde yaşıyordu. Berfo’ya ulaşmak Tanrı’ya ulaşmaktan daha zordu. Berfo, sanki cennete gidip de orada ölmüş, bu dünyadaki ödülünü çoktan almıştı gibiydi. Değil ona ulaşmak, bakmak bile hapislik suçtu şimdi. Bu kadar büyük bir kudrete nasıl sahip olunuyordu? Tek ve en geçerli cevap; parayla!
Aslında her şey görünmediği gibidir.
Her yürekte bir sızı, koca bir sürgün vardır! Berfo, en yakın arkadaşı Baran’a ihanet ederken, tek sebep Keje’ydi… Tek sebep aşktı! Keje’yi öyle bir sevmişti ki, bu aşk için göze alamayacağı şey yoktu! Buna, en yakın arkadaşını ihbar etmek de dâhildi! Senin hiç en yakın arkadaşın oldu mu? Şöyle ta yürekten “dostum” diyeceğin biri oldu mu hayatında? “Kara kutu” gibi hep yanında gezdirdiğin, sansürsüz ve cinsiyetsiz her boku paylaştığın biri oldu mu hayatında? Ve sen, bu kadar yakınına bir sebeple en kallavi ihaneti gösterecek yavşaklığa erdin mi hiç? Bu konu üzerine uzun uzun yazmayacağım, o kapıyı aralamış oldum, sonuna kadar açmak da, tak diye çekip kapatmak da sana kalmış!
Dünya hızla kirlenirken ve arkadaş arkadaşın aşkına göz koyup da ihanet ederken Keje susmuştu! Bir mezar kadar sessizdi Keje! Sesini de, ruhunu da Baran’a emanet bırakmıştı tam otuz beş yıl… Bu oyunda tek haklı belki de Keje’ydi! Berfo, Keje bir tek kelime etsin diye neler etmemişti ki; dövmüştü, saçından sürüklemişti, yalvar yakar olmuş, diz çöküp ağlamıştı da, Keje yıllarca gık dememişti. Keje bir “aşklık grevine” tutulmuştu!
Var mıydı böyle aşklar?
Var ya da yok, bilinmez ama Eşkıya o çağlarda “olmalı böyle aşklar” diye öğretiyordu, nem kokulu sinema salonlarında omzu omzuna dokunan sevgililere. Eşkıya’yı izleyen zamaneleri, aşksızlıklarından utandı! Eşkıya, bir tokat gibi patladı Tarlabaşı formatında aşkı tüketen züppelerin vicdanında!
Baran, tüm geçmişini, hırsını ve özlemini alıp dikilir Berfo’nun kapısına… Berfo, hemen tanır yürek ağrısını… Baran, Berfo’nun vicdan sızısı mıydı? Bir eşkıya dünyaya vicdan dersi verebilir miydi?
Berfo, Baran’a, Keje ‘nin Baran’la konuşması ve bu aşklık grevine son vermesi durumunda Keje’i de alıp gidebileceğini söylerken, yürektendi miydi? Yoksa Cumali’nin canını pahasına Baran’ı bi kere daha kandırırken mi daha gerçekçiydi?
Keje, kalın tül perdeleri zırh gibi çekili bir pencerenin önünde, elinde bir kitap ve artık kocadığına dair en sağlam emare yakın gözlüğüyle, bir totem gibi duruyordu… Baran, sessizce dikilmişti karşısına ve Keje, bin yıllık bekleyişinin, mutlak inancına erişmenin huzuruyla doğruldu! Baran, her şeye geç kalmış gibi değil de, yeni başlıyormuş gibi ve Keje’nin muhakkak konuşacağından emin ediyordu sözlerini.
Keje, sesi kendinden ırak, kendine yaban, sanki başkası seslendiriyormuş gibi fısıltıyla konuşurken, Berfo yan odada kahrından ölüyordu bir kere daha ve bin kere!
Keje’nin ilk sözleri:
“Eşkıyalar ölünce yıldız olur”
\nBaran, otuz beş yıl içeride Keje’nin aşkıyla dirilirken Keje, gökyüzünde eşkıyanın yıldızıyla avunuyordu ve ne zaman bir yıldız kaysa, bir eşkıya ölüyordu bir yerlerde.
Baran, Keje’ye “benimle gelir misin?” derken güller arasında, Keje’nin iki yanağında güller açmış ve “gelirem” demişti, sesi daha bi canlı çıkaraktan! Baran da, Keje de, geçmişe takılıp kalmak yerine bu günü kotarmanın bilgeliğindeydi ya, Berfo buna nasıl katlanacaktı? İyiliğin ve iyinin olmadığı bu dünyada Berfo fıtratınındın vaz mı geçecekti? Berfo bu sonuca neden katlanmak zorundaydı ki? Şu yeryüzü var ya, sanıldığının aksine, iyilerin değil de kötülerin ve kötülüklerin yüzü suyu hürmetine ayaktaydı belki… Berfo bu, Hades’liğinden vaz geçip de Tanrı’ları delirtsin miydi?
Cumali, her ne kadar arınmaya meyilli olsa da, hayat bu, pisliğine bulaştın mı paklanamıyorsun ekseriyetle. Sevdiği kızın abisi - ki esasında kızın sevgilisi olur- hapiste bir işe bulaşmış ve ölüm fermanı kesilmiştir(Tabi olay külliyen kumpas, amaç Cumali’yi sağmak). Yüklü miktarda para bulunup da rüşvet verilirse hapisten kaçacak, canını kurtarıp özgürlüğünü satın almış olacaktı. Cumali, sevdiği kızın abisine yardım etmeyi birinci vazife olarak görür ve uyuşturucularını dağıttığı çetenin malından aşırıp bu parayı biriktirir. Aşk, harbiden de kör mü ediyordu? Cumali, bir kumpasın içinde olduğunu, bariz kullanıldığını, kızın esasında başkasını ölümüne sevdiğini nasıl fark etmemişti? Nasıl hissetmemişti? Sonrası malum, rüşvet verilir, adam hapisten kıza, kız Cumali’den adama kaçar. Bunu duyan Cumali zıvanadan çıkar ve hem kızı hem de hapishane kaçkını sevgilisini öldürür! Tabancayla, takır takır mermi saydıraraktan hem de…
“İnsan öldürmek zor sanırdım… Hiç de zor değilmiş” derken Cumali, anlıyordum, bunca insanın nasıl bu kadar kolay öldürülebildiğini. İnsan öldürmek, sanıldığı kadar zor değilmiş, öyle olsaydı, bu kadar çok savaş olur muydu be!
Cumali, hayatına mal olacak bir öfke seline kapılmış ve son perdeyi hazırlıyordu. Öfkeyle kalkanın muhakkak zararla oturacağının dersini mi veriyordu dersin! Zor sandığı insan öldürmenin hiç de zor olmadığını öğrenirken, çetenin mallarını çaldığını da o öfkeyle itiraf ediyordu ve en yakın arkadaşlarından biri bu durumu ispiyonluyordu çete liderine. Ve artık Cumali için ölümle yaşam arasındaki çizgideydi her şey!
Eşkıya tüm bunlara sadece şahit oluyordu ve otuz beş yıl sonra da eşkıyaların en yakın arkadaşları tarafından satıldığına tanıklık ediyordu. İnsan insanın kurduydu be!
Ve Baran, Keje’yi de alıp gitme hayalini bu defa bir çocuğun hayatı pahasına ertelemişti. Sis gibi çökerekten gelmişti yine Keje’nin yanına ve bir çocuğun hayatı için vuslatlarının ertelenmesi gerektiğini söylemiş ardından da;
“Daha ne kadar yaşarım bilmiyem ama son nefesimi verene kadar senden vaz geçmem. Bir gün… Bir gün çıkıp geleceğim” demişti.
Keje anlamış mıydı bu gidişin kötüye gidiş olduğunu ve ta en başta Ceren Ana ‘nın kehaneti tutacak mıydı dersin? Ceren Ana “kötüye gidiyorsun” dediğinde, bunu mu kastetmişti?
Keje, Baran’a “gitme” deseydi, “beni de götür” deseydi, Eşkıya ne ederdi? Gitmeden durur muydu? Bir çocuğun, kıytırık bir adamın, hayatını hiçe sayıp da, bin yıllık aşkı tercih eder miydi? Edebilemezdi!.. Baran, son iyi insan Ceren Ana’nın muskasının hakkını vermek zorundaydı. Bu ilahi bir emirdi, bu durdurulamaz bir çağrıydı. Baran, yıldızlara dokunmaya gitmeliydi.
“Susaram. Sen gelene kadar susaram” demek kalıyordu Keje’ye…
Kejece susmak, sevmenin en yalın, en güçlü, en sadık haliydi!
Cumali’nin günahını temizleyip de, canını kurtaracak parayı Berfo çek olarak veriyordu Baran’ın eline ve bir anlam vermeye çalışıyordu bu lüzumsuz tercihe Berfo! Bir yanda mutlak iyilik diğer yanda mutlak kötülük vardı! Mutlak iyiyle mutlak kötünün aynı dilden anlaşamayışının halleriydi bu haller. Keje’ye karşılık kıytırık bir oğlanın hayatı! Ve bir de otuz beş yıl ertelenmiş, engellenmiş bir aşk… Ve de vuslata bir tık kalmışken! Berfo’nun tüm bunları anlaması, anlamlandırması tabi ki mümkün değildi.
Çek sahte çıkar ve çete Cumali’yi öldürür… Tarlabaşı’nda, sokak ortasında, üç kurşunla vurulur Cumali! Cumali, ilk defa ölecektir ve eşkıyadan öğrenir nasıl öleceğini de!
“Korkma! Sadece toprağa gideceksin, sonra toprak olacaksın, sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin... Oradan özüne ulaşacaksın, çiçeğin özüne bir arı konacak belki, belki o arı ben olacağım...”
Oysa Eşkıya “hesabın benimle” demişti Cumali’nin kanına susayan herkese!
Yağmur demekti Baran! Göklerden ve dupduru yağan ve yere değdiğinde pislenen, tozlanan, çamurlara bulaşan! Toprağı çamur yapan yağmur muydu, yoksa bizzat toprak mı hazırdı çamurlaşmaya? Baran, zamanı geldiğinde, bildiğince yağmıştı dünyaya işte… Şimdi, durulmanın ve belki de tüm şu çamurları kurutmanın zamanıydı. Baran, silahına davranır ve ta otuz beş yıl sonra yeniden eşkıya olur, bu çağlarda!
Eşkıya, Cumali gibi boğazına kadar boka batmış bir çocuğun intikamını mı alıyordu? Yoksa hesap mı soruyordu tüm kötülerden? İlk mermi Berfo’yaydı, ardından oteldeki pezevenge ve tüm çete elemanlarına… Baran, tüm kötüleri bir bir tespit etmiş, gözlerine kara birer çarpı atmıştı gözleriyle ve şimdi işaretlediklerini bir bir yok ediyordu… Baran, eşkıya oluyordu “eşkıya dünyaya hükümdar olmayacak” bile bile ve sıktığı her kurşunla ferahlıyordu iyiliğe hasret yürekler!
Kalmış mıydı artık eşkıya? Var mıydı öyle şeyler şimdi?
Eşkıya artık dağda değil şehirde miydi?
Bir tabanca alıp da tüm kötülerin alnının çatısına sıkabilmek ne kadar mümkündür bu çağlarda ve insan öldürmek cidden bu kadar mı kolaydı? İnsan öldürmek kolaydan da öte basit miydi? Merak ederim, kaç kişi kaç defa bir insanın ölüm anına şahitlik etmiştir? Bırak bizzat öldürmeyi, ölüm anına şahitlik etmek bile kendi başına bir olayken, nasıl kabullenebiliriz ki ölümün kolaylığını, basitliğini? Sahi sen, hiç ölen birini gördün mü? Ya da en son ne zaman bi ölü gördün? Ölülerin yüzü irin sarısı olur biliyor musun, en sevdiğin de olsa öyle uzun uzun bakamazsın bir ölüye… En sevdiğinde olsa biri öldüğünde teni soğur soğumaz yabanın oluverir o cansız ve soğuk beden! Sadece hatıraları kalır sıcacık!
Ve her zaman yanlış taraf kazanır! Bu, tarihin sekmez emridir! Eşkıya’yı kurşundan koruyacak Ceren Ana muskası o hengamede düşer ve Baran muskasızlığını fark edince bilir artık son perdenin de geldiğini… Gecedir, yıldızlar parlar irili ufaklı… Silah sesler ve helikopter tır tırları arasında iki kolunu iki yana açar son eşkıya… Kurşun adres sorar bu defa, tüm mermiler üşüşür Baran’ın tüm bedenine!
İdam mangaları gelir aklıma, Eşkıya’nın bu son sahnesinde! Anlam veremediğim bir tuhaf infaz biçimi… Elleri arkasından, gözleri önünden bağlı bir idamlığın karşısına dizilmiş bir manga asker, bir tek mermiyle hemencecik ölecek bu adama silahlarını doğrultup emir bekler.
“Ateş” emriyle de infaz başlar/sonlanır.
Elleri ve gözleri bağlı birine bir manga askerin ateş etmesi hangi ruh haliyle, hangi ilkeyle izah edilir ki? Hedef tek, hedefe ateş eden çok olunca kudurmuş bir linç hali nüksediyor zannımca!
Baran da bu kadim linç kültüründen alıyordu nasibini ve bir yıldız kayıyordu… Keje de, Ceren Ana da, seziyordu bu defa kayan tüm yıldızların Baran olduğunu… İkisinin de dudağında aynı fısıltı…
“Eşkıya”
Eşkıya filmi Şener Şen ve Uğur Yücel’in bu ülkeye armağan ettikleri en kıymetli hazinelerden biridir. Filmin finalinde Erkan Oğur tarafından seslendirilen Fırat Türküsü, bir döneme damgasını vurmuş, birçok sanatçının albümü bu türkü sayesinde çok satmış, satış rekorları kırmış, klipler çekilmiş ve dizi filmlere konu olmuştu.
Şu Fırat'ın suyu akar serindir
Yârimi götürdü anam kanlı zalimdir
Daha gün görmemiş taze gelindir
Söyletmeyin beni anam yaram derindir
Ben, ekmek davasının silah kaçakçılığıyla eş tutulduğu Karadeniz’in bir dağ köyünde, kâh yıldızları üstüme yorgan yaparak, kâh yıldızların üstünde asi bir çocuk olarak yaşadım. O zeytin karası gecelerde kayan her bir yıldızı gözden kaybolana kadar ve ateşböceklerinin ışığından mutlak ayırarak büyüdüm. Tüm çocukluğum boyunca kayan o yıldızlara ilk ve tek anlamı Eşkıya filminin final sahnesiyle yükledim. Eşkıya’yı yazmak bana yazılmıştı…
Şimdi Eşkıya’yı bir kere daha izleme zamanı.
Eşkıya dünyaya hükümdar olsun!
Yorum yazarak Ordu Olay Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Ordu Olay Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Ordu Olay Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Ordu Olay Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Ordu Olay Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Ordu Olay Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Ordu Olay Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Ordu Olay Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.